Paris şehri için kullanılan sıfat genellikle romantik sıfatıdır fakat melankolik havası her daim ağır basar. Eyfel Kulesi şehrin sembolü haline gelmiş, Louvre Müzesi’nin çevresi her zaman turistlerle doludur. Çok fazla milletten insanın bulunduğu bu tarihi şehrin özündeki güzellik hep gözden kaçar. Şehrin gerçek atmosferini tatmak için ünlü kafelerini ziyaret etmek gerekir.
Paris’in sokaklarında uzun uzun yürüyüşler yapıp derin düşüncelere dalabilirsiniz, bir kafeye oturup espressonuzu yudumlar ve sigaranızı keyifle içersiniz. O sırada aklınıza hücum eden sorular olur hayata dair, kendinizde dair, sisteme dair… Kızarsınız belki, düşündükçe düşünürsünüz. O kadar çok düşünürsünüz ki bir zaman sonra cevaplar vermeye başlarsınız ve dayanamaz çantanızdaki not defterini çıkarıp yazmaya başlarsınız. Bahsettiğim kişi Alman filozof Karl Marx. Onun gibi birçok filozof bu şehirden gelip geçmiştir. Adeta ilham kaynağı olan bu şehirde birçok ünlü eser kaleme alınmıştır. Kafelerinde felsefe tartışılan filozoflar şehri diye tanımlayabileceğim bir şehirdir, Paris.
Saint Germain des Pres Caddesi
En ünlü caddelerinden biri olan Saint Germain des Pres, Fransız entellektüelitesinin hayat bulduğu kafelerle dolu yoğun bir caddedir. Metrodan çıktığınızda ilk olarak sizi Cafe de Flore ve Les Deux Magots karşılar. Cafe de Flore her zaman varoluşçu olarak tanımlayabileceğimiz Fransız filozof Jean Paul Sartre’nin ve Simone de Beauvoir’in tercihi olmuştur.
Paulo Coelho Simyacı’nın yayımlanmasının ardından Paris’e gelip öğlen vakitlerini hep bu kafede geçirmiştir. 1887’den beri hizmet veren Cafe de Flore’un daimi müşterileri hep yazarlar, gazeteciler, yüksek sosyete ve filozoflar olmuştur.
Genelde düşünürler diyebileceğimiz kesim bu kafeye gelip ayrı ayrı masalarda oturur, bir şeyler içer, insanlarla tanışır ve felsefi tartışmalara başlarlar.
Hala da her ayın belli günlerinde belli saatler arasında kafe felsefi bir kafeye dönüştürülür, konular belirlenir ve insanlar fikirlerini tartışmaya başlar. Mikrofonlar uzatılır, kimi zaman kahkahalarla gülünür kimi zaman da insanlar öfkeden köpürür. Fakat günün sonunda herkes memnun ayrılır.
Paris’teki bu kafe kültürünün sadece akademiye yaptığı katkı değil, günlük yaşantıya kattığı anlam da yadsınamaz ölçüdedir. Cafe de Flore’dan çıkıp Saint Germain des Pres Caddesi boyunca Mabillon tarafına doğru yürürsünüz. Daha sonra l’Ancienne-Comedie sokağına saptığınızda Paris’in en eski kafesi olan La Procope’yi görürsünüz.
Bu kafe 1686’da açılmış bir kafe olup zaman içinde bir çok Fransız aydınının uğrak yeri olmuştur. İngiliz empirist John Locke’dan etkilenen Denis Diderot ve D’Alembert burada, La Procope’de, evrim ve materyalizm gibi radikal düşüncelerini ortaya çıkarmışlardır ve Katolik Kilisesi’ni bir hayli uğraştırmışlardır.
Biraz daha dolaşıp Saint Germain’den aşağıda kalan bir diğer meydanına doğru yürürsek Saint Sulpice’teki Cafe de la Mairie’yi görürüz. Burası Sartre’nin ve Albert Camus’un 1951’de son kez görüştüğü yer olmuştur. Aynı gazete de çalışmış bu iki arkadaş bir daha görüşmemiştir. Ayrıca burası Hemingway, Fitzgerald ve Beckett gibi isimlerin de buluşma noktası olmuş bir kafedir.
Paris sadece Fransızların değil, birçok yabancı yazarın, filozofun ve sanatçının da seyahat ettiği ve uzun aylar, yıllar geçirdiği anılarla dolu bir şehir olmuştur. Ve Alman filozof Nietzche’nin dediği gibi; “Bir sanatçının Avrupa’da yatacak yeri yoktur, Paris hariç.”