Yüreğindeki çığlık

Ağaçlardaki tüm kuşlar gökyüzüne havalandı. Çığlık duvarları delip ateş oldu; ateş körfezde suya kavuştu; su yandı; çığlık kor oldu.

Yüreğindeki çığlık şehit haberi

Her zamanki gibi derin uykusundan sabah yedide saatin alarmı ile uyandı. Alarmı kurmasa işe kesin gecikirdi. Hele askerlikte geç kalmayı kimseye açıklayamazdı.

Kırk yıllık asker babası bile ona dememiş miydi; “Askerlik dediğin nedir ki; Kılık kıyafet, zamana riayet, emre itaat.” Bunlar kolaydı da ah şu erken kalkmalar olmasaydı! “Yine her zamanki rutin günlerden biri.” diye söylene söylene kalktı.


Banyoya gitti; hemen aynaya baktı. Burnunun üstündeki sivilcenin kayboluşunu gün gün takip ediyordu. Tıraşını oldu; ılık suyla banyosunu yaptı. Bir yandan üniformasını giyerken diğer yandan televizyondaki sabah haberlerini izliyordu. Alt yazıda bir savaş uçağının Kuzey Irak’ta düştüğü ve pilotunun kayıp olduğu haberine gözü takıldı. Önemsedi ama çok üzerinde durmadı; işe gecikiyordu. Aceleyle kravatını bağladı. Televizyonu kapattı. Boş odaları şöyle bir dolaştı. Ruhuna yine, boş evini her akşam bıraktığı gibi bulmanın sıradanlığı çöktü. Ayakkabısının tozunu aldı; her zamanki gibi parlatıcısını sürdü. Obsesifin tekiydi; üniformasına ayrı bir özen gösterirdi.

Lojmanından çıktı. Güzel bir temmuz sabahıydı. Sabah güneşinin ışıklarıyla kristal tarlasına dönmüş çiy denizinin içinden yürüyerek nizamiyeye vardı. Nasıl olsa yoldan geçen biri mutlaka durur; arabasına alırdı. Yanılmamıştı, yine öyle oldu.

Revire girdiğinde postası başhekimin kendisini çağırdığını söyledi. “Yine bir angarya yükleyecek herhalde.” diye kendi kendine söylenerek başhekimin yanına gitti. Odaya girdiğinde açık olan televizyonda düşen savaş uçağının haberi veriliyordu. Bir an gözü takıldı. Başhekim lafı hiç dolandırmadan pilotun Bandırmalı olduğunu; kendisini, anne ve babasına haberin verilmesi için oluşturulan ekipte görevlendirdiğini söyledi. “Ağabey ne olur bu işi bana verme!” diyecek oldu ama başhekim “Araba seni bekliyor” diyerek lafı ağzına tıkadı.

Beş kişinin olduğu bir odaya dört çay geldiğinde kimin içmeyeceğinin, üç sandalyenin olduğu bir odaya dört kişi girdiğinde kimin ayakta kalacağının otomatikman belli olduğu bir sistemde kime neyin itirazını yapıyordu ki? Görevlerin daha verilmeden alındığı hatta havada kapıldığı bir kurumda çalışıyordu. Kim dinlerdi onu? Omzunda, topu topu tek bir yıldız vardı; o da zor fark ediliyordu. Boynu bükük odadan çıktı. Okyanusun ortasında sala çıkmış kazazede gibiydi. Atlasa deniz, kalsa susuzluk…

Aldığı görevin psikolojik ağırlığı ile omuzları daha da çökmüş bir halde ağır adımlarla ilerledi. Odadan ilk yardım çantasını aldı; ambulansa koydu. Şoföre emir verdi. Ambulans onları arkadan takip edecekti. Ayakları geri geri gide gide onu bekleyen arabaya ilerledi. Aracın sol arkasına bindi. Araçta bir binbaşı ile bir üsteğmen daha vardı. “Yine bizimki çömezi göndermiş.” diye geçirdiler içlerinden. Yapacak bir şey yoktu. Artık üs personeli bile “zor işlerin adamı” diye inceden inceye onunla dalga geçmeye başlamıştı. Ne dedikleri umurunda değildi de şu alaycı bakışları olmasa.

Arkada oturan binbaşı üsteğmene sordu; “Adresi aldın mı?”


“Tamam komutanım aldım. Annesi, babası ve iki de kardeşi varmış.” dedi üsteğmen.

Araba hareket etti. Arabadakilerin ağzını bıçak açmıyordu. Günlük güneşlik ama birazdan kopacak fırtınaya gebe hava tüm baskısını üzerlerinde hissettirmişti. Pencereden dışarı baka baka, ağaçları seyrede seyrede çarşıya kadar geldiler. Ambulans da onları arkadan takip ediyordu. Nihayet adresi buldular. Araba bir apartmanın önünde durdu. Üsteğmen araçtan indi; koşarak apartmanın kapısına gitti; zili kontrol etti. “Tamam komutanım, burası.” diye seslendi. Hep birlikte arabadan indiler.

Merdivenleri çıkarlarken her zamanki gibi arkada kalmayı yeğledi. Hem kıdemi yetmiyordu, hem de olacaklara yüreği. İkinci kattaki kapının önünde durdular. Yanlış kapı çalmamak için zili bir kez daha kontrol ettiler… Evet burasıydı. O, merdivenlerde yine arkada duruyordu. Sanki ilk çığlıkta kaçacakmış gibiydi. Zili çaldılar; kapı açıldı… Çığlık yoktu. Halbuki hiç öyle olmazdı. Bir uçak düştükten sonra üniformalı adamlar kapıyı çalarsa, kapı açılır açılmaz yürekleri dağlayan bir çığlık kopardı. Çığlığı duymayınca cesaret geldi; iki basamak daha yukarı çıktı; başını uzattı. Kapıyı açan ev sahibinin karşı komşusuydu. Kadın, havacı üniformalı üç subayı görünce içeri buyur etti. Binbaşı ev sahibinin evde olup olmadığını sordu. Anne içerideki odada televizyonun başındaydı. Baba ise televizyondan haberi alır almaz gazete almak için dışarı çıkmıştı. İçeri girdiler; salona geçtiler. Birazdan başı beyaz bir eşarp ile örtülü, tipik balkan göçmeni bir kadın geldi. Kapının eşiğinde durup oturanları süzdü… Ve çığlığı tüm Bandırma’da yankılandı.

Ağaçlardaki tüm kuşlar gökyüzüne havalandı. Çığlık duvarları delip ateş oldu; ateş körfezde suya kavuştu; su yandı; çığlık kor oldu. O ise hiçbir şey duymuyordu. Bağırış, çağırış, feryat, figanların arasında avaz avaz bir sessizlik vardı kulaklarında. Duvarlardaki resimlerde dolaşan gözleri bedenini orada tutuyor, aklını ise başka yerlere taşıyordu. O an orada değildi. Zihnen kilometrelerce uzaktaydı sanki. Binbaşı müdahale etmesi için onu uyardı ama kılını bile kıpırdatamadı, sanki felç olmuştu. Hemşire tecrübeli bir hemşireydi. Hemen ilk yardım çantasını açtı. Kendisine bir şey sormadan diazemi enjektöre çekip kadına kalçadan yaptı. Bir dakika kadar geçti geçmedi, kapının çalan zili ile kendine geldi. Kapıyı açtılar ve elinde gazete ile bir baba eşikten onlara bakıyordu.

Ve… Baba gazeteyi elinden düşürdü.

Görevleri bitip evden ayrıldıklarında, az önce denize düşen çığlığın kor ateşini hala yüreğinde hissediyordu.


1992  – Bandırma