Stefan Zweig’den bilinmeyen bir kadının mektubu

Beni hiç tanımamış olan sana… Karşılıksız bir aşk’ın ne demek olduğunu bilir misiniz? Çok küçük yaşlarda birine duyulan sevginin tanımsız ve belki de imkansız halini.

Stefan Zweig bilinmeyen bir kadının mektubu

Stefan Zweig’den bilinmeyen bir kadının mektubu

Seneler geçtikçe dinmeyen bir sancı gibi bedeninizde büyüdüğünü ve derinden kalbinize işlediğini. Siz bu hislerle sonsuz bir bağlılık ve sadakat içinde yaşamınızı sürdürürken, o sizin varlığınızdan dahi haberdar olmasın. Her karşılaşmada, her an unutulan biri olmak seven kişi için azap dolu bir an’dır.

Çocuğum öldü, diye başlıyor mektubunda kadının. Biçare yavrusunu tüm çabalarına rağmen üçüncü gün kaybetmiş bir annenin son feryatları, isyanlarını sıralıyor mektupta. Naifliğinin ve incinmişliğinin ardından öylesine masum bir aşk’ı yaşatmanın gururuyla meydan okur gibi. Güçlü bir kadını ancak çocuğunun irtihali yokedebilir ve çocuğu yaşamayan bir annenin içine gömdüğü aşk’ı da onunla beraber gidecektir. Mektup, sevdiği adama ulaştığında kadın çoktan bu hayattan uzaklaşmıştır. Bütün sırları açığa çıkaran mektup, bir adamın bu denli sevilen olmaktan öte her iki bağını da kaybedişinin acı bir dramıdır. Hiç farkında olmadığı aşkının ve çocuğunun tek belgesidir elinde kalan.


stefan zweig
Stefan Zweig

“Sana her şeyi anlatmak istiyorum; her zaman sana ait olan tüm hayatımı bilmelisin. Fakat sırrımı, ancak öldüğümde, bana cevap vermek zorunda kalmadığında, bütün uzuvlarımı buz ve ateşle sarsan şey, gerçekten son bulduğunda öğreneceksin. Eğer hayatta kalırsam, bu mektubu yırtıp atacağım ve şimdiye kadar sustuğum gibi susmaya devam edeceğim.”

Ölüm döşeğinde dahi bu satırları yazan kadının tek bir dileği vardır adamdan; hayatını adadığı aşkının ona bir kez olsun inanması. Senelerce yaşadığı her bir ayrıntıyı kağıda dökerken, aşkının da son bir defa nefes bulmasıydı.

stefan zweig
Stefan Zweig

Küçük hayatlarla çevrili, kenar sakinleri olan insanların arasından saygınlık ışığı saçan gizemli bir adamın gelip geçmesiyle şekillenir genç kızın hayatı. Tutkuyla bağlanır adama, her akşam onu düşünmeden duramaz.

Zengin, bilgili, muhteşem kitapların sahibi, tüm dillere hakim bu adam ünlü bir roman yazarıdır. Henüz çocuk yaşta tanıdığı bu genç adamı görmeden bile hayalini çılgınca merak eder, rüyasında görür. Bütün geleceğini etkileyeceği adamı gördüğünde ise hayranlığı kat be kat artmıştır. Sanki o kısacık hayatında dahi beklediği tek insandır onun.

Yüzünü, tenini, saçlarını gördüğü o ilk an dehşetle büyülendiği ve bir çocuk iken olgunlaştığı zaman dilimidir. Eşsiz bir şey hissetmiştir içinde, bir tarafıyla aydınlık diğeriyleyse karanlık yanını. Sanatını büyük bir ciddiyetle yapan, sorumluluk sahibi ve görgülü biri olmanın dışında çift kişiliği olduğunu da sezmişti genç kız.

stefan zweig

Maceraya meraklı, eğlenmeyi seven, birine bağlanmak ve onun kaderinden sorumlu olmak bağlamında zayıf, umursamaz bu adam, on üç yaşındaki küçük kızın bundan sonraki hayatında bilmeden dönüm noktası olmuştur. Bu vakitten sonra adamı ve onu ziyarete gelen kadınları gözlemlemeye başlar apartman dairesinden.

Sayıları oldukça fazla, çeşit çeşit kadınları. Mahcubiyetini gizlese de hayranlık duyduğu bu adamı sevdiğini itiraf eder kendine, sesini bir tek kendi duyar ve hayatı boyunca yanlış bir aşk’a boyun eğer. Bu aşk ona sevdiğinden başka hiçbir şeyi gözü görmeyen kadının sınırlarını devamlı hüsrana uğratır.

“Sadece yalnız çocuklar tutkularını kendilerine saklarlar: diğerleri ise duygularını başkalarıyla konuşarak tüketirler ve paylaştıkça köreltirler, onlar aşk hakkında çok şey duymuş ve okumuşlardır ve aşkın ortak bir yazgı olduğunu bilirler, onlar aşkla bir oyuncakla oynar gibi oynarlar. Fakat benim güvenebileceğim hiç kimsem yoktu; kimse bana bir şey öğretmemiş, kimse beni uyarmamış, deneyimsiz ve her şeyden habersiz bir uçuruma atlar gibi atladım yazgımın içine.”

Kadın için tüm varlığında yalnız o varsa hayat bir anlam ifade ediyordu; o yoksa hayatın da hiçbir anlamı yoktu.

stefan zweig
Stefan Zweig

“Sen benim için her şeydin, benim tüm dünyamdın”

Kapıldığı ve tümüyle sürüklendiği bu aşk uğruna ilgisiz ve sıradan bir öğrenciyken birdenbire sınıf birincisi olmuştu genç kız. Delicesine sevdiği adamın bütün kitaplarını okumuş, piyona çalmaya başlamış, giyimine kuşamına dikkat etmişti; belirsiz bir değişime doğru yol almıştı çoktan.

Gece boyu nöbet tutar gibi beklemişti gelmelerini, saatlerce. Bir gün karşılaşabilmenin umuduyla ürkek ve sessizdi kız. On üç yaşından on altı yaşına kadar dile kolay her gün, aşkını yaşamının kıyısında köşesinde beklerken. Bıkmadan usanmadan.

“Ah ne delilikler yaptım! Elinin değdiği kapı kolunu öptüm, kapı girişinde attığın puro izmaritini çaldım, o benim için kutsaldı, çünkü dudakların ona değmişti, akşamları yüzlerce kez herhangi bir bahaneyle sokağa çıktım, odalarının hangisinde ışık yandığını görmek ve böylece varlığını, görülmeyen varlığını daha somut hissedebilmek için.”

Bir gün adamın seyahate gittiği ve uşağının halıları temizleyip, içeriye taşıdığı o gün, genç kız sadık Johann’a yardım etmiş, sırf içeriye girip adamın yaşadığı evin içini, dünyasını, yazmak için oturduğu masasını görebilmek; dolaplarını, resimlerini ve kitaplarını göz ucuyla dahi olsa inceleyebilmek ve adamı sonsuz düşleyebilmek adına bu cesareti göstermişti.


Genç kızın çocukluğunun en güzel anılarıydı o dakikalar. Fakat bundan sonra Innsbrucklu bir iş adamının annesiyle evlenme kararı ve taşınmalarıyla son bulacak komşulukları. O vakit genç kız için nasıl bir çaresizlik belirmişti ki, kaybetme korkusunu da beraberinde taşıyan tedirginlik dinmiyordu üzerinden.

“Birdenbire annem bir yere gitmişti, senin dairene geldim, üzerimde okul giysilerim vardı. Hayır, gelmek denilmez buna: kaskatı kesilmiş bacaklarım, titreyen eklemlerimle mıknatıs gibi senin dairenin kapısına adeta sürüklendim. Korkarım on beş yaşındaki bir kızın bu masum fanatizmine güleceksin, fakat sevgilim. bugün bile hala kulaklarımda çınlıyor o korkunç zil sesi ve sonrasındaki sessizlik, yüreğimin sustuğu, tüm kanımın akmaktan vazgeçtiği ve yalnızca senin gelip gelmediğini dinlediğim o sessizlik.”

stefan zweig
Stefan Zweig

Fakat sen gelmedin.

“Çocuğum dün gece öldü. Belki arkadaşlarım gelecek ve çiçekler getirecekler. Tabutun üzerindeki çiçeklerin ne anlamı var ki? Sözcükler, kelimeler bana yardımcı olabilir mi? Biliyorum, gene yalnız kalacağım”

İnsanlar arasında yalnız kalmaktan daha korkunç bir şey yok!

Üvey babası iyi bir adamdı, genç kıza olabildiği kadar şefkatle yaklaşıyordu. Oysa genç kız, sevdiği adamdan uzak olmanın matemini içine gömmüş, kendine acılardan ve yalnızlıklardan bir duvar örmüştü adeta. Bir tek adamı düşünmekten alıkoymadı kendini; her karşılaşmayı, her bekleyişi. Mütemadiyen canlandırdı zihninde. Defalarca okuduğu kitaplarının her satırını ezberledi.

“Senin kullandığın her sözcük benim için işte böyle ezberlediğim Tanrı kelamı ve duaydı”

Benim için tüm dünya sen varsın diye vardı.

Seneler geçti aradan; genç kız on sekiz yaşına geldi. Etrafında genç delikanlılar gezinmesine rağmen kızın aklı ve gönlü hep o aynı adamdaydı. Başka biriyle aşk yaşamak düşüncesi bile imkansız, son derece yabancı ve hatta suçtu. Adamı görebilmek için çalışmaya karar verdi. Her akşam mağazanın kepenkleri kapanır kapanmaz ne tipi halinde yağan yağmura, ne o sert ve keskin rüzgara ne de saatlerce bekleyişe aldırış etmeden sevdiği adamın evinin sokağında belirdi. Bir gün fark edilmeyi umarak. Ve sonunda bir akşam adam onu fark etti. Dalgın bakışları karşısında dikkatle baktı genç kız adama. Tanınmak istercesine baktı.

Ne yazık ki adam yine genç kızı tanımadı. Tanınmamak ve hayal kırıklıkları ne yazık ki o kısacık ömrünün gerçek bir yazgısıydı.

“Sende beni tanıyan hiçbir şey olmadığını, senin hayatından benim hayatıma uzanan bir örümcek ağı kadar ince, küçücük bir hatıra bağının bile olmadığını gösteren bakışın karşısındaki o uyanışım, gerçekliğin içine ilk düşüşüm, yazgımı ilk sezişim, ilk algılayışımdı.”

stefan zweig
Stefan Zweig ve Lotte’nin intiharı

Kaderine boyun eğenler gerçek anlamda bilge kişilerdir.

O karşılaşma ve yakınlaşma genç kızın kaderine ve arzularına tamamıyla teslim olduğu bir gündü ve ölüm döşeğinde bile tek bir şey söylemek istiyordu sevdiği adama: Bizim çocuğumuzdu o, sevgili…

“Benim bilinçli, bilerek yaşadığım aşkımın, senin ise kayıtsızca, müsrifçe neredeyse farkında bile olmadan verdiğin sevginin çocuğuydu, bizim yegane çocuğumuzdu”

Bunu hiçbir zaman kabullenmeyecek bir adama bu dayatmayı yaşatmak istemedi kadın, yine gömdü içine sırrını. Ona yük olmaktansa her şeyi üstlenmeye razı oldu. Bir gün tanıyacağı, her zaman sevgi ve şükranla anacağı biri olmak istedi. Bütün doğum günlerinde kimden geldiği belirsiz beyaz gülleriyle hatırlanmak istedi.

“Seni herkesten çok sevmiş, senin asla çağırmadığın ve asla tanımadığın birinden kalan son şeyi alacaksın. Ölümüm sana acı verecek olsaydı, o zaman ölemezdim”


Bu mektup kadından kalan son hatıra ve satırlar oldu.

Casanova veya Stefan Zweig’ı nasıl bilirsiniz?


Aylin İçsel
İnsanın en büyük pratiği kendi hayatıdır, derler. Deneyimlerimizden çıktığımız yolculuğumuzda her durakta ve her yolda hayatın anlamına dair edindiğimiz her doktrin muazzam mucizelerle dolu biz insanlara münhasırdır. Benimse en büyük meramım, derin bir insan sevgisi ve anlayışı, bütün insanlara duyulan kardeşlik ruhu; insanların mutabakat içinde olmaları, dünyayı daha iyi algılayıp, daha yaşanılır bir yer olmaya muktedir, düşüncelerin özgür, barışın ve insanlığın hüküm sürdüğü, çocukların mutlu yaşadığı bir dünya inancı ve de hayalidir. Yazmaksa, olup bitenler karşısında herkesin sesi olmak, kıyılardan geçip, sokağın en işlek caddelerinden dokunmaktır hayata... Yaşamın kendisine karışmak ve keşfetmek tutkusudur. Varoluşun en derin sebebidir yazmak...