Günün yirmi dört saatini, en az kırk sekiz saatmişçesine hissederek, her gece yatağınıza başınızı koyduğunuzda, geceyi sabaha teslim edebileceğinizden bile emin olmadan bir yaşam sürmek nasıldır, bilir misiniz?
Her fedakarlık bir ödül aslında
Bir bakım yurdunun koridorlarında yürüyorum. Uzaktan, ağlayan bir kadın sesi geliyor. Sesin nereden geldiğini tam da aramaya koyulduğum esnada, koridorun sonunda bir koltukta oturmuş yaş almış bir kadın görüyorum. Elinde, iki yaşındaki kızımın kendini oyaladığı türden oyuncak bir fare… Kadın, oyuncağın başını seviyor, seviyor ve seviyor. Onunla konuşuyor. Çok geçmiyor ki, duyduğum akustik ile gördüğüm görüntünün bütünlüğünü yakalayıveriyorum. Ve gidiyorum kadının yanına, meraklı ancak bir o kadar da ürkek adımlarla. Duyacaklarımdan korkuyorum, kadının feryadı korkutuyor, gözyaşları ürpertiyor.
Yalnızlığa isyan edercesine, dökmeye başlıyor içini ve önce beni oyuncak faresiyle tanıştırıyor. En iyi arkadaşı, hatta hayattaki güvendiği tek arkadaşı olan oyuncak fare ile. Günün yirmi dört saatini, en az kırk sekiz saatmişçesine hissederek, her gece yatağınıza başınızı koyduğunuzda, geceyi sabaha teslim edebileceğinizden bile emin olmadan bir yaşam sürmek nasıldır, bilir misiniz? Hele ki bu yaşamın üstüne, terkedilmişliğin yükü de çökmüşse?
Ben de bilmezdim bunun ne demek olduğunu, ta ki bu bayan hayatımın kapısını aralayana kadar. Ne yazık… “Hayatta güveneceğim tek bir kimsem yok, bu oyuncaktan başka” diyor gözleri yaşlı. Nedenini soruyorum, duyduğuma inanmak istemiyorum. Aynı semtte oturan oğlu ve gelini tarafından terk edilişinin hikayesini anlatıyor. “Oğlum çalışıyor, gelinim ise evde, çalışmıyor.” diyor. “O zaman ne işiniz var sizin burada?” diyorum; gelininin kendisine nasıl da el uzatmadığından dem vuruyor. Meğer gelin imiş, bayanın bu hücrede hayattan biraz daha elini ayağını çekmesine rıza gösteren. “Sen benim gelinime çok benziyorsun, hele ki gülüşün” diyor, bir gülücüğe hasret bakışlarla. Bu sözcükleri sarf ederken ise, hayal kırıklıklarını ve kırgınlıklarını okuyorsunuz yüzünden. Ve beraber gözlerimiz doluyor, gözyaşlarımızı içten gülümsememizle taçlandırıyoruz.
Bu hikayeyi neden mi anlatıyorum? Bayanın hayal kırıklığından etkilendiğim için mi? Hayır. Gözyaşları içime işlediği için mi? Hayır. Kendi merhametinden ve insanlığından karşısındakini mahrum ederek, onu bir oyuncağa mahkum eden zihniyetedir isyanım. Ve unutmamak gerekir ki, aslında insanın ta kendisidir, kendi sonunun yazısını hazırlayan. Karşınızdaki herhangi bir muhtaç insana yansıttığınız fedakarlık, aslında kendinize verdiğiniz bir ödül; ondan esirgediğiniz her güzellik de, kendinize verdiğiniz en büyük cezadır aslında. Bu vesileyle, etrafınıza gözlerinizi ve her şeyden önce de yüreğinizi açarak, yeniden bakabilmeniz temennisiyle…