Tüm insanlık tarihine baktığınızda kadının da erkeğin de en temelde iki psikolojik ihtiyacı olduğunu görürüz. Sevilmek ve anlaşılmak. Her şey aslında bu iki temel amaç üzerine kuruluyor. Çevrenize bakın, kendi duygularınıza… Altında bu iki temel ihtiyacın olduğunu fark edeceksiniz.
Nedir yalnızlık?
Bugün fütüristler, sosyologlar ve ekonomistler önümüzdeki dönemle ilgili bir sürü öngörülerde bulunuyorlar. Bir yandan teknolojik, ekonomik ve sosyal değişimin ve dönüşümün büyük boyutta olacağına dair senaryolar üretirken, bir yandan da tüm dünyada her geçen gün sevilmek ve anlaşılmak şöyle dursun hepimizin daha da yalnızlaşacağını öngören tahminlerde bulunuyorlar. Bugün bile hem kadın hem erkek için en büyük sorunlardan biri yalnızlık. Peki nedir yalnızlık?
Aslında yalnızlık, kişiye göre değişen bir deneyimdir. Her birey yalnızlığını kendine göre yaşar. Bu nedenle yalnızlığın tanımı da kişiden kişiye değişir.
Yalnızlık terimini 1939 yılında ilk defa Freud kullanmış ve yazdığı makalesinde kişinin yalnızlık deneyimi yaşamasının içsel psişik yapısını tamamen değiştirebileceğini vurgulamıştır.
Carl Gustav Jung ise yalnızlığı, çevrede insan olmaması değil, önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramaması ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğunda hissettiği duygu olarak tanımlamıştır.
Bu yazının amacı da tam da burada devreye giriyor. Kadın da erkek de anlaşılmadığını, önemsediği şeyleri karşısındaki kişiye ulaştıramadığını düşünerek kendi dünyasına çekiliyor. Sonrasında iki kişilik yalnızlıklar, aynı sofrada ama herkes kendi cep telefonu ve tabletlerine gömülüp sohbetsiz geçen günler, geceler….
Son dönemde gelen danışanlarımın hepsi aynı şeyi söylüyor:
-İlişkiyi yürütemiyorum.
-Yürütmek için çaba sarf edemiyorum. Bu da öncekiler gibi olacağı için o kadar emek vermek istemiyorum.
-Her seferinde daha kısalıyor ilişkilerim
– Artık istediğim gibi bir ilişkim olacağına inancım kalmadı.
-Ben zaten ayaklarımın üzerinde duruyorum. Kimseye ihtiyacım yok. Niye yürütmek için zorlayayım ki?
-Ben O’nun ne istediğini anlayamıyorum ve bu ilişkinin yürüyeceğine inancım da yok zaten… gibi bir sürü aynı cümle dönüp duruyor tüm görüşmelerde.
Hepsindeki ortak nokta ise ‘İnançsızlık’. Bu kişilerin sayısı toplumda azımsanmayacak kadar çok. Tüm danışanlarıma söylediğim gibi gitmeye ya da kalmaya karar verebilirsiniz.
Bu kararı verirken esas önemli olan ‘niyet’ ve ‘inanç’tır. Kalmaya karar verdiyseniz önce niyetinizi koyarsınız ortaya, sonra niyetinizin yeşermesi için inancı…Niyetiniz varsa ve inanıyorsanız karşınızdakine o zaman anlaşmak için adım atarsınız. Adım atarken bahane aramazsınız. Sevildiğinizi biliyorsanız ve hissediyorsanız saklamadan ben de seni seviyorum dersiniz. Empati kurarken uyum sağlar, uyum sağlarken bağımlı hale gelmezsiniz…
Bugün yaşamak için bir sürü teknolojik araca sahipsiniz ama yaşamak için bir anlama sahip olmak ve birinin elinden tutmasına izin vermek belki de çok daha temel bir ihtiyaçtır. Ne dersiniz?