Deli Gaffar: Türkiye’yi en iyi yorumlayan yazar

Deli Gaffar mahlasıyla blog yazarlığı yapan Gaffar Yakınca’nın yorumları derin bilginin ve doğru analizin ürünü. Evet, bu yazının başlığı öznel bir yargı, fakat tamamen tarafsız ve üzerine düşünülmüş bir iddiadır.

deli gaffar yakınca röportaj blogger türkiye

Blog yazarı olmanın en önemli özelliği; tamamen bağımsız ve kişisel olabilmektir. Zira hiç bir siyasi grup, medya kuruluşu ya da şirketin desteği olmadan yayın yapabiliyor ve para kazanma ya da sansürlenme kaygısı olmadan yazabiliyorsanız doğal olarak, tarafsız olursunuz.

Deli Gaffar mahlazıyla dört yıldır blog yazarlığı yapan Gaffar Yakınca, genelde gezi, anı ve sanat yorumları yazsa da daha ziyade politik ve sosyal analiz yaptığı yazılarıyla tanınıyor. Türkiye’yi olduğu kadar yurt dışını da iyi tanıyan yazar, evrensel bir bakış açısıyla kendi kültürünü irdeliyor ve kaçırdığımız bazı noktaları görmemizi sağlıyor. Bunun yanında yazarın tüm yazılarında görünen ortak bir nokta ise; “ülkemizin durumu ne kadar iç karartıcı olursa olsun, geleceğimizin aydınlık olacağı” vurgusu. Kısacası; Deli Gaffar yazıları aynı zamanda moral düzeltici ve umut verici.


Röportaj: Gaffar Yakınca

Sizi tanıyabilir miyiz önce?

Gaffar Yakınca:1972’de Malatya’da doğdum, Başarık Mahlellesi’nde geçti çocukluğum. Şehrin varoşu diyebileceğimiz bir kenar mahalledir. Anne ve babamın çalışma koşulları nedeniyle anneanne ve dede yanında büyüdüm. İkisinin de okuma yazması yoktu. Annannemi anne bildim, terzilik yapardı evde. Dedem Tekel ve Demiryolları’ndan işçi emeklisi.

Baba tarafım Gürcistan göçmeni, Karapapak denilen bir Türk boyundan. Osmanlı-Rus savaşında buraya sığınmışlar, muhacirler yani. Yazları da babaannemin köyünde kalırdım. Yüksekçe bir dağ köyüdür. Tarlada, bahçede geçirdim yaz aylarını.

13 yaşında İstanbul’a gelip Kuleli Askeri Lisesi’nde başladım. İTÜ İşletme Mühendisliği’ni bitirdim. Sonra 97-98 yıllarında zorunlu göçmenlik hayatım başladı. Detaylara girmek istemem, gereksiz bir edebiyat olur. Sebebi ne olursa olsun gurbet hep aynıdır.

Nerelerde yaşadınız?

Gaffar Yakınca:

İsveç ve Portekiz’de bulundum en çok. Şu an ikametim Rusya’da ama işim gereği yılın yarısından çoğu seyahat halindeyim. Karadeniz ve Ege ülkeleri. Türkiye’de de çok seyahat ediyorum. Göçmenlik halim devam ediyor yani. Seviyorum bu hayatı. En iyi bildiğim yerler otel odaları.

Hangi ülkenin vatandaşısınız peki?

Gaffar Yakınca: Sadece Türk vatandaşlığım var. İsveç vatandaşlığı alma hakkım da oldu ama o zamanlar çifte vatandaşlık kabul edilmiyordu. Türk vatandaşlığımı bırakmaya gönlüm razı olmadı.

Hrant Dink Ve Deli Gaffar

Deli Gaffar ismi nereden geliyor?

Gaffar Yakınca: Benim bu ismi seçmemin sebebi Hrant Dink’tir. O da Malatya’nın Salköprü mahallesinden. Daha eski ama bizimkine benzer bir mahalle. Malatya hayatı genelde benzerdir zaten. Hrant Abi ile şahsen tanışmışlığım yok ama ortak çok tanıdığımız var. Dink Malatya’daki eski hayatı anlatmıştır yazılarında. Benim küçüklüğüm de öyle bir ortamda geçti. Şahsiyetimin oluşmasında çocukluğumu geçirdiğim Malatya önemli yani.

Malatya’nın delileri meşhurdur: Koreli, Onyedili, Haceli, Şorikli Yaşar… Benim kendime benzettiğim Deli Gaffar da Hırant Abi’nin zamanında yaşamış, yazılarında anlattığı bir delimiz.

Eskiden yazarlık kimliğim yoktu ama arada kitap eleştirileri falan yazıyordum. Beş yıl önce bir edebiyat sitesi benden mizahi bir yazı istedi. O yazıya mahlas düşünürken Deli Gaffar ismini seçtim. 2013 yılında kendi bloğumu açtığımda da bu ismi kullanmaya devam ettim.

Ece Temelkuran neden bizi sevmiyor?

Hangi yazınız sizin daha çok tanınmanıza yol açtı?

Gaffar Yakınca: Ece Temelkuran’a yönelik bir eleştiri yazısıydı. Çok özgün ya da önemsedeğim bir yazı değil ama birikmiş bir kırgınlığa tercüman oldu o zaman. Bir de bizler çok kelime söyleriz de derdimizi tam anlatamayız. Türkiye bir kırgınlıklar ülkesidir bir bakıma.

Şehirde yaşayan, orta sınıf, kendi halinde, Gezi sürecinde de harekete geçip politikleşmeye başlamış, kendilerini buralı olarak ifade eden, kendini Türk olarak gören kesime tercüman oldu o yazı. Beyaz Türk falan da deniyor bu kesime. Bu insanların rencide olduğu bir nokta vardı, Ece Hanım gibi yazarlar o noktayı çok kaşıyorlardı. Şöhret kazanmanın bazı yoları vardır; tribüne oynamak mesela. Tribünler de hep aynı sesleri bağırıyor ve bahsettiğim bu orta kesimin pek sesi çıkmıyor.

Ece Temelkuran’ın o yazısının mesajı neydi?

Gaffar Yakınca: Ece Hanım, hayal meyal hatırlıyorum, kabaca şöyle yazmıştı: “Siz hiç bir bedel ödemediniz, bir şey yapmadınız. Güneydoğuda yıllarca savaş devam etti, siz sesinizi çıkartmadınız. Dolayısyla bugün başınıza gelenler size müstehaktır.” Bu çok haksız bir yargı.

Biz Güneydoğu’da yaşananları inkar edecek değiliz. Türkler’in de sorunları var, hepsini görüyoruz. Ama Dünya’nın hiç bir yerinde böyle acı yarıştırarak sağlıklı bir siyaset veya edebiyat ortamı yaratılamaz. Mağdurlukla, kim daha çok ezildi, kim daha çok çile çekti diye ağlayarak önünüze yol açamazsınız. Hiç bir medeni ülkede bu olmaz. Hele bir edebiyatçıya hiç yakışmaz. Toplumun belli bir kesimini horlamak, aşağılamak doğru değil.

O zamanlar Ece hanım BirGün gazetesi’nin genel yayın yönetmeniydi, sol camiada sevilen, benimsenen birisi. Birsinin yanıt vermesi gerekiyordu, bir okuyucu olarak ben cevap verdim ama o yazı beni okuyuculuktan yazarlığa çıkardı.

Cevap geldi mi?

Evet, nahoş bir cevap yazdı. “Böyle perdeler arkasına saklanarak iftira atan insanları çok gördük vs.” dedi. Sanırım gazetecilik ya da Cihangir aleminden onu sevmeyen birisi takma isimle O’na saldırıyor, şöhretiyle oynuyor diye düşündü.

Sonra bu yaklaşıma bir cevap mesajı ilettim, gitti mi gitmedi mi bilmiyorum. Yanlış düşündüğünü ve bizi çevresindeki -özür dileyerek söylüyorum- “hokkabazlar”la karıştırmaması gerektiğini söyledim. Biz fikrini söylemeye çalışan sıradan vatandaşız.

Türkiye’nin “aydın” meselesi

Yazılarınızda aydın kesimin egosuyla uğraşıyorsunuz sanki. Türkiye aydının sorunu ne sizce?

Gaffar Yakınca: Bence bizi rahatsız eden şey egolarıyla ilgili değil. Her yazar okunmak ister. Ben de artık çok okunayım istiyorum. Egonunuz taşır zaten sizi bir yere, motive eder. Yanlış bir şey de değil bu. Ama kendi yetenekleriyle bir sınıra geldikten sonra artık başka şeylere ihtiyaç duyar yazar. Bu durumda mesela bir süre yazmayı bırakıp, kabuğunuza döner, tazelenip tekrar ortaya çıkarsınız. Ya da tam tersini yaparsınız; daha çok şöhret olmak için daha çok sahneye çıkmaya başlarsınız. İkisi de yazı yazan insan için yeni atılım yolları olabilir.

Bizde hoşnutsuzluk yaratan bu insanlar, kapasitelerinin sınırına geldiklerinde şunu keşfediyorlar bence: Şimdi Türkiye bir çevre ülkedir, merkez kapitalist güç değil. Bu durumda “bazı ekonomik güçlerle aramız iyi olursa kapasitemizin ötesindeki yerlere de geliriz” diyorlar. Bu egodan ziyade hırs bence.

Eğer bir yazarsanız ve kapasitenizin sınırına geldiyseniz, kapasitenizi artırmanızın yolu daha çok okumak, düşünmek ve insanlarla daha derin ilişki kurmak olmalıdır. Ama bunun yerine daha farklı bir iletişim ağı kuruluyor. Falanca vakfın falanca kişisiyle bir yerlerde karşılaşıp konuşuyorsunuz. Falan derneğin yöneticisiyle buluşuyor, filan siyasetçiyle el sıkışıyorsunuz. Sayın Cumhurbaşkanı çağırıyor gidiyor, aynı masaya oturuyorsunuz. Ertesi gün o el sıkıştığınız insana küfrediyor, başka bir gün tekrar aynı masaya oturuyorsunuz.

Burdaki sorun bu insanların yazarlığı değil, yükselme hırslarına engel olamamaları. Zaten onlara hata yaptıran şey de bu. Bir gün ak dediklerine ertesi gün kara demek zorunda kalıyorlar. Çok iddialı laflar ediyorlar, ama ertesi gün yaptıkları yazdıklarıyla çelişmeye başlıyor ve insanlar bunu görüyor.

Hayır demeye cesaret edemiyor olabilirler mi?

Gaffar Yakınca: Zannetmiyorum. Bizim gibi ülkelerin aydın ve “yazarları” maalesef içlerine dönmektense dışarıya dönmeyi, tribünlere oynamayı tercih ediyorlar. Cumhurbaşkanı sizi çağırdı, siz de reddettiniz, bu zaten size pirim yaptırır. Geçmişte başka şeyler pirim yaptırırdı.

Maddi kaygıları olabilir mi?

Gaffar Yakınca: Para ya da mesleklerini kaybetme korkuları olabilir. Gayet anlaşılır bir kaygıdır, bir noktada bir tür ekmek davasıdır. Anlaşılmaz olan bu tip maddi sıkıntıların ötesinde, sanki bir tür yaranma isteği ile yapılan hareketler.

Aydın olunca neden değişir ki insan?

Gaffar Yakınca: Seçilmiş olduklarını düşünüyorlar herhalde. Egoyu ben genelde olumlu anlamda kullanırım ama dediğiniz gibi olumsuz anlamda da kullanılabilir belki. Ben daha ziyade hırs ya da kontrol edilemeyen ego diye ifade ederim bu durumu. Egonun insanı esir alması da denilebilir.

Ama öte yandan; bu toplum yoksul bir toplum. Neye göre yoksul? Alman toplumuna göre. Eğitim düzeyimiz düşük. Kime göre? İsveçlilerden daha az eğitimliyiz mesela. Bizim aydınımızın yüzü bu tür gelişmiş ülkelere, Amerika’ya, İngiltere’ye dönük.

Eskiden de bir aydın zümresi varmış Türkiye’de, Avrupa’ya baktığında geri kalmışlığın acısını hissediyor, “benim halkım da bu düzeye gelmeli” diyormuş. Bugünkü aydın kesimi ise Avrupa’dan buraya bakıp, halkı kast ederek “ben neden bu pisliklerle yaşıyorum?” diye soruyor. Kendi halkını bir yük gibi gören kafa, tabii ki kendini yukarıda hissediyor. “Ben seçilmiş biriyim, her şeyi hak ediyorum, her şey benim istediğim gibi olmalı” diyor.

Gerçek aydın nasıl olmalı?

Gaffar Yakınca: Çok saygı duyarak okuduğum Bilim ve Gelecek Dergisi’nin baş yazarı Ender Helvacıoğlu eski bir yazısında anlatır: Madam Curie Uranyum’u bulabilmek için tonlarca çamuru elemiş. Bir iki gram radyoaktif madde bulabilmek için hayatını o çamurun içinde geçirmiş. Cevher o çamurun içinde saklı yani. Daha acısı bulduğu o cevher hayatının sonunu getirmiş. Demek ki; kendinizi feda etmeye de hazır olmanız gerekiyor. Madam Curie’nin hayatı anıtsal bir yaşam öyküsüdür, bizim için bir örnektir. Kadın olduğu için daha önemli örnektir. Gösterdiği çalışma, sabır, dirayet bir aydına örnek olmalıdır. Birincisi; sen o çamurun parçasısın. Halk ne kadar kirliyse sen de o kadar kirlisin. İki; bir cevher varsa o çamurun içinde saklı. O çamura girmeniz gerekiyor. Doktor Hikmet Kıvılcımlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Attila İlhan, Kemal Tahir, Yakup Kadri böyle aydınlardır.

Peki günümüzde kimler kaanat önderi olmalıdır?

Gaffar Yakınca: Helvacıoğlu’nu saydım zaten. Diğerlerini şimdi listelemeyeyim, çünkü birini atlarsam ayıp olur. Bir de geri tutulan, üstü örtülmeye çalışılan aydınlarımız var. Nihat Genç’i çok severek takip ederim mesela. Neredeyse her yazısını, uzun vakitler verme pahasına, okuyorum ve önemsiyorum.

Artık siyaset yazmaya değer değil

Hassas olduğunuz konular ne? Mesela hangi yazılara cevap yazma gereği duyuyorsunuz?

Gaffar Yakınca: Bir kere artık benim açımdan gündelik siyasetin bir çok konusu yazmaya değer değil. Çünkü Türkiye’de bir anlaşma ve birbirini dinleme ortamı yok. Siz ne söylerseniz söyleyin karşınızdaki öncelikle sizi etiketleme ve söylediklerinizi değersizleştirme yoluna sapıyor.

Görünen o ki; Türkiye’de belirli zümreler var ve köşeleri tutmuş durumdalar. Siz bunlara çete de diyebilirsiniz. Bu zümrenin tek bir ilkesi var: “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için.” Siz bu zümreden, yani çeteden birisini dürtüp “yanlış yapıyorsun” deyince seni muhattap almıyor. “Nerede yanlış yaptım, gel tartışalım” demiyor. “Vay alçak”, “pis faşist” falan diyor. Sonra hep birlikte sizi itibarsızlaştırmanın yollarına bakıyorlar. Çirkin bir durum ve sizi de esir alabiliyor.

Türkiye’nin aydın ortamı böyle. Halk aydından daha ilerde bu konuda bence ülkemizde. Gündelik hayatta insanımız doğruyu yanlışı beraber tartışabiliyor artık.

Motivasyonumun kaynağı heyecan

Ne zaman yazıyorsunuz? Konuları nasıl seçiyorsunuz?

Gaffar Yakınca: Seyahat demek, zaman sahibi olmak demek zaten. Havaalanlarında beklerken, otomobil kullanırken molalarda yazıyorum. Dinlendiriyor beni yazmak. Konu sıkıntım hiç yok. Bir Türk yazmak için konu sıkıntısı çekmez zaten.

Gezi zamanında söylenen bir laf aklıma geldi: “Vatandaşı olmasak Türkiye çok eğlenceli bir ülke aslında.”

Gaffar Yakınca: Vatandaşı olmak da güzel ve eğlenceli bence. Bana yazma heyecanını bu ülke veriyor. Türkiye’nin politik ortamı zaten malum, sürekli heyecan yaratıyor. Ama bu tür itkilere karşı kendinizi korumanız da gerekiyor, çünkü bu, zamanla öfkeli bir dile sebep olabiliyor,  kurduğum bu öfkeli dil beni rahatsız ediyor. Benim sesimi yükselttiğim anlar sayılıdır. Küfür etmedim diyemem ama yeminliyim, yıllardır küfür etmedim, yazılarımda kullanmam.

Böyle durumlarda yazdığım yazıya bakınca “bunu ben mi yazdım diyorum. Heyecan, haksızlık karşısında duyulan öfke insana bunları yazdırıyor. Evet yazılması lazım bunların ama farklı insanların yazması lazım. Kendimi kıyaslayamam, üsluplarımız da farklı ama Nihat Genç yapıyor bunu en iyi.

Yurtdışında yaşıyor olmak yazma motivasyonuzu etkiliyor mu?

Gaffar Yakınca: Tabii, Türkiye hakkındaki konulara fazla hassasiyet gösteriyorum. Türkiye’de yaşasam böyle olur muydum, bilmiyorum. Bir kere gurbetlik hali size başka bir psikoloji veriyor. Çünkü hep bir yanınız eksik, ne kadar güçlü ya da varlıklı olursanız olun, eksik. Eskilerin dediği gibi; “bülbülü altın kafese koymuşlar ille de vatanım demiş”. Vatan sadece bir toprak parçası değil. Geçmişiniz, anılarınız orada. Dolayısıyla geleceğiniz de orada olsun istiyorsunuz.

Kendinizi Türkiye’ye ait hissediyorsunuz yani.

Gaffar Yakınca: Tartışmasız.

Gezi Ruhu’na ne oldu?

Gezi Direnişi sizin için ne anlam ifade ediyor?

Gaffar Yakınca: Bir geçmişteki, bir de şimdiki anlamına bakalım. Geçmişte benim Türkiye ile gönül bağımı yeniden tesis etmemi sağlayan şeydi. İçinde yer aldım. Tesadüfen Türkiye’deydim. Ağır bir motosiklet kazası geçiren arkadaşımı Kiev’den İstanbul’a getirdim. O akşam direniş başladı. Heyecanlandım ve burda kaldım. Çok keyifliydi sokaklar. Tekrar bu ülkede bir şeylerin değişeceği inancı oluştu. Çok saygı duydum o insanlara. Kendi hakları, memleketleri için ayağa kalkmış insanlar saygı uyandırıyor. Fakat geçen yıllar içinde maalesef Gezi Ruhu denen şey başka formlara büründü. Kötü oldu demek yanlış olur ama değişti.

Doğal olarak mı oldu bu değişim?


Gaffar Yakınca: Manipule edildi tabii ki. Tabiattaki her güç salınır ve yok olur. Siyasi hareketler de kendi haline bırakılırsa kaybolur giderler. Herkes Gezi’den nemalanmak istedi, kendi tarafına çekiştirdi ve Gezi elimizde kaldı.

Hem Sosyalist hem Kemalist

Hangi fikirlere yakınsınız? Sosyalizim? Kemalizim?

Gaffar Yakınca: O tür etiketleri kullanmıyorum ama sorulunca “evet” diyorum. Söylemekten gocunmam ama insan kendini böyle tanıtmaz bir sosyal ortamda. Bu bizim etiketçilik merakımız. Ergenler çok kullanır bu ifadeleri genelde. Öncelikle etten kemikten bir insansınız, sonra fikirleriniz var, fikirleriniz ötesinde “belki” dahil olduğunuz kamplar var. Bunlar beni rahatsız etmiyor: Sosyalistim ve Kemalistim. Bazıları bunu saçma buluyorlar ama tartışınca ikna edebiliyorum sanırım insanları.

17 yaşımdan beri sosyalist fikirliyim, sapmadım. Daha iyi fikir bulursam ona doğru yönelirim. Yeter ki o fikir insanlığa ve vicdanıma ters düşmesin.

Tribünlere oynamak

Gündem yaratan ve görüşlerin çatışdığı bazı sosyal olaylarda kafam karışınca sizin ne düşündüğünüzü merak ediyorum. Güncelliklerini kaybettiler ama bence emsal teşkil edecek iki haber var aklımda: Meltem Cumbul ve Emrah Serbes olaylarını nasıl yorumluyorsunuz?

Gaffar Yakınca: Meltem Cumbul’un olayı ikiyüzlülük, hepimize az çok bulaşmış, toplumun geneline sirayet etmiş riyakarlık. 2010 yılında çekilen fotoğrafta o zamanın Başbakanı’nın elini sıkarken gayet mutlu görünüyor. Ben de o davete gitseydim, Başbakan’ın elini sıkardım. Ama cümlenin ilk kısmı önemli. Ben o tarihte o davete gitmezdim.

Es kaza orada bulunmuştur belki?

Gaffar Yakınca: Oralarda es kaza bulunamazsınız. O tür buluşmalar belli protokollerle oluşturulur. Davet edilirsiniz, gidersiniz. Giderseniz o davetin kurallarına riayet edersiniz. Doğrusu bu. Siz orda misafirsiniz, evsahibinin size uzattığı eli sıkarsınız.

Gelelim son yaşanılan o sahnedeki el sıkmama olayına: Orada da siz ev sahibisiniz. Gelen her kim olursa olsun o eli çeviremezsiniz. Bunun adı ucuz kahramanlıktır. Tribüne oynamak dediğim tam olarak bu. Bu bir kabuk, gerçek insan değil. İçinde ne olduğunu bilmiyoruz, biz bir kabukla muhatap oluyoruz. Daha kötüsü olayların böyle cereyan edip kapanması.

Meltem Hanım açıklamasında şöyle diyor: “Ülkeyi bu hale getirenlerin elini sıkmam.”  Gerçekten bu ülkeyi bu hale o yönetmen mi getirmiş? O yönetmenin siyasi fikirlerini savunmam ama bu yargı bana hiç inandırıcı gelmiyor. Tuhaf.

İster istemez insanın aklına şu geliyor: Bir suçlunun kendi üzerine yüklenen suçu başka birine atma telaşı. Bahsettiğimiz yönetmen, Kaplanoğlu, bir İslamcı. Her zaman İslamcıydı, kendini hiç bir zaman gizlemedi. Sanatsal olarak çok ileride olduğunu kabul etmemiz gereken Buğday filmi ile de İslam’a dair bir mesajı –ki bu bence olumlu bir mesajdır- iletmeye çalışıyor. Yani tutarlıdır, hem fikren hem pratik manada tutarlıdır. Meltem Hanım ise yedi yıl önce başka birinin elini sıkıyordu, bugün başka birinin elini sıkıyor. Bizim görmemiz gereken şey işte bu.

Ben solcuyum ve Kemalistim, İslamcılarla fikren mücadele ediyorum hep ve bunun bedelini ödemiş birisiyim. O insanlardan nemalanmadım, parasını yemedim, bir paye almadım. Tamamen tarafsız olarak dışardan bakıyorum duruma. Batılılar da böyle bakıyorlar, bu durumu gördükleri için size hala müstemleke gibi davranıyor, küçümsüyorlar. Halk da bunu gördüğü için sizi ciddiye almıyor.

Emrah Serbes?

Gaffar Yakınca: Bu konuda pek konuşmak istemiyorum. Olay baştan sona vahim, herkes çok fazla söz söyledi, bireysel bir trajedinin üzerine bu kadar ahkam kesilmesini doğru bulmuyorum. Allah o aileye sabır versin. Emrah Serbes’i de ıslah etsin.

Günah keçisi gibi olmadı mı sizce Serbes?

Gaffar Yakınca: Konu hakkında yazdım ama bu yüzden yayınlamadım zaten. Emrah Serbes’i dövünce ne değişecek ki?

Bakın sorun şu: Siz toplumun gözü önündeyseniz. Tweetleriniz okunuyor, senaryolarınız filme çekilip seyrediliyorsa, bu size ister istemez bir sorumluluk getirir. Gelişmiş, medeni toplumlarda yazıp çizenler hatta müzisyenler bile belli bir sorumlulukla hareket eder. Batıda her yıl bir kaç müzisyen ya da sinema sanatçısı uyuşturucudan ölüyor. Ama bunların hiç biri uyuşturucuyu toplum karşısında övemiyor. Aynı şekilde alkolü de övemezler. Türkiye’de ise bireysel hatalar bir marifetmiş gibi gösterilebiliyor. Hepimiz özel yaşamlarında ciddi hataları, bozuklukları olabilir, bu bir suç değil, ya da en azından o kadar tehlike arz edici bir şey değil. Ama bu hataları bir meziyetmiş gibi pazarlamaya kalkarsak ciddi bir suç işlemiş oluruz.

Alkollü olduğu için kaza yapıp başına felaketler açan bu insan, sosyal medyada evinde otururken, yazarken viski şişeleriyle çekilmiş fotoğraflarını paylaşıyor. Dünya’nın hiç bir medeni memleketinde buna müsamaha gösterilmez. Arasında reşit olmayanların bulunduğu milyonlarca insana votka, viski şişeleri pazarlayıp, bunu güzel efsunlu bir şey gibi sunuyorsanız, birisi sizin kulağınızı çekmeli. Ama Türkiye’de bu durumda kimsenin kulağı çekilmez. Keşke Serbes’in bir dostu daha önce kulağını çekseydi. Keşke yanında hep gaz veren arkadaşları yerine biraz kötü konuşan birileri olsaydı da O’nu uyarsaydı, hatasını anlatasaydı. Ya da devlet bir ceza kesseydi. Ama bu arada, devlet bu durumda ceza keserse tırnak içinde “bizim demokratlar” ayağa kalkacaktı. “Siz nasıl Emrah’ın içkisine karışırsınız” diye. Bizim toplum şunu anlayamıyor: Bireysel özgürlük ile toplumun düzeni, refahı, mutluluğu çok ince bir çizgide kesişiyor.

Sol neden birleşemez?

Türkiye’de özeleştiri kültürü nasıl?

Gaffar Yakınca: Tek kelimeyle: Yok. Özeleştiri denen şeyi insanlar daha çok küçülme ve alçalma olarak görüyor. Yemek yediği lokantanın garsonuyla bile patronaj ilişkisi kuran biri nasıl kendini eleştirebilir ki?

Özeleştiri toplumun genelinde de yok. Biz ya mağrur oluyoruz ya da mağdur. Kişilikli, kendi hatalarını bilen ve bunları düzeltmeye çalışan biri olarak yaşamak bize çok zor geliyor. Türk toplumu özeleştiriyi olgunlukla karşılamıyor. Karşısında tevazu gösteren insanı eziyor. Dolayısıyla aydınlar özeleştiri yaparlarsa dayak yiyeceklerinden korkuyorlar.

Neden böyleyiz?

Gaffar Yakınca: Çok derin bir konu bu. Sonuçta Ortadoğulu ve göçmen bir toplumuz. Bir kökümüz Orta Asya’ya dayanıyor, bir kökümüz burası. Dolayısıyla toplumsal yapımızda coğrafyamızdan gelen bir sürü hastalıklar var. Bunlar hemen kaybolmuyor. Misal; Türkiye’deki cinsiyet eşitsizliği de benzer sebeplere dayanıyor.

Sol neden birleşimiyor Türkiye’de?

Gaffar Yakınca: Solun birleşmesi gerekmiyor bence. Sol o kadar dağıldı ki; solcu olduğunu söyleyip Amerika’yı savunan insanlar var. Yani öncelikle Sol’un kendini yeniden tanımlaması lazım.

Amerika’nın Suriye’yi dolaylı işgalini onaylayan insanlar bizim Sosyalist olarak bildiğimiz insanlarla yanyana gelemezler. Dışardan bakınca ikisi de solcu görünüyor olabilir ama ben bu durumda birleşmemelerinden yanayım. Bir de birleşmeyi siyasi alanda değil de kültürel alanda arasınlar bence.

Birleşip şu yüzde on barajını geçseler olmaz mı?

Gaffar Yakınca: Birleşseler de geçemezler. Daha önce denendi. Türkiye’de sol zaten seçim zamanı gelince gidip CHP’de birleşiyor.

Birleşememe sorunu niteliksel. 40-50 tane farklı nitelik var. Solun krizi Kapitalizm’in krizini geçti. Sol yeni kurulan dünyada kendini tanımlayamadı. Sol yeni Dünya’da filozof, düşünce adamı çıkaramadı. Türkiye’de durum daha kötü. Batıda yapılanlar ithal ediliyor. Batı posasını çıkarmış atmış, biz burda yeni keşfediyoruz.

Özgür düşünce üretmek bazı koşullar gerektiriyor. Şahıslarla ilgili bir durum değil bu. Bu bizim geri kalmışlığımızın bir sonucu. Aydınımız ise geri kalmışlığımızı aşmak için çaba sarfetmiyor. Onun yerine hazır gıda satın alıyor.

Kendi değerlerimize dönmeliyiz

Türkiye nereye gidiyor sizce?

Gaffar Yakınca: Olumlu şeyler de var, olumsuzlar da. Türkiye’nin Batı Bloku’ndan kopmasını ben olumlu buluyorum. Batı hiç bir zaman onurlu ve güvenli bir yaşam vaad etmedi.

Türkiye yüzü Batı’ya dönük bir ülkedir, öyle de olmalıdır. Batı Blok’undan kopmakta kastım batılılardan kopmak değil. İngilizce, Almanca, Fransızca konuşmaya, batılılarla ticaret ve sanat yapmaya devam edeceğiz. Dünya böyle. Ama NATO ve AB örgütleri Türkiye’yi hasta etti. Daha da geriye gittik.

Nasıl?

Gaffar Yakınca: Son elli yıldır Türkiye’yi geriye götüren iktidarların arkasında hep Batılılar var. Aynısı bu iktidar için de geçerliydi, “Türkiye bölünürse, kendini biraz daha feda edersen, seni daha çok seveceğiz” dediler. Ülkeyi FETÖ’nün kucağına ittiler, AKP iktidarına mecbur bıraktılar. Tabii şimdi oyun bozuldu. Birlerinin şahsi çıkarına dokunmuş olabilir ya da gerçekten milli bir refleksle de üretilmiş olabilir, bu çok önemli değil, ben sonuca bakıyorum.

Ben hayatımın politik bilincine sahip olduğum bütün dönemini, yaklaşık 30 yıl, NATO’ya karşı mücadele etmekle geçirdim. Bugün Türkiye NATO’dan çıkacaksa ben ayakta alkışlarım. Kimin çıkarttığına bakmam, fiilien ne olduğuna bakarım. Çünkü NATO her zaman Türkiye’ye başbelası oldu. Darbeler, AKP, Turgut Özal hep NATO’nun eseridir.

Öte yandan; Türkiye’yi NATO’dan uzaklaştıran güçlerin en güçlüsü İslamcılar. İşte burada bir risk var.

Shangay Beşlisi’ne mi katılmalıyız?

Gaffar Yakınca: Bunlar daha çok dış siyaseti bilen insanların işi ama Shangay Beşlisi’nde bir sorun yok bence. Gayet ileri ve medeni ülkeler. Rusya’nın medeniyet düzeyi Almanya’dan farklı değil. Sadece medeniyet tipi farklı. Sorun burada değil, sorun direksiyonun İslamcılar’ın elinde olması.

Bence soru şöyle olmalı: Türkiye nereye gidebilir? Türkiye iyi bir yere gidebilir. Bu ülkenin yarısından çoğu laiklikten, çağdaşlıktan ve bağımsızlıktan yana. Ama Türkiye’de bu fikirdeki insanları derleyip toplayacak politik bir yapı olmadığı için, CHP başta olmak üzere, güvendiğimiz dağlara kar yağdığı için, Türkiye AKP’nin insafına terkedildi. Biz muhalif kesime de Recep Tayyip Erdoğan’la kavga etme rolü biçildi. Bunu bir ilüzyon olduğunu düşünüyorum. Sürekli Cumhurbakanı’na laf sokuşturan insanlar var. Çok anlamsız buluyorum bunu. O düzenin içinden çıkıp, ülkenin başına gelen bir kişi. Bizim kavga etmemiz gerek kişi o değil.

Çıkış yolumuz nedir?

Gaffar Yakınca: Bir kere kendi değerlerimize dönmek zorundayız. Her ulusun kendi içinde olumlu ve olumsuz değerleri var. Kan davası da bizim değerimiz, gece vakti kapıyı çalan mazluma yardım etmek de. Aydınlar hep olumsuz tarafları anlatıyorlar. Bir tecavüz olayında “bu millet hep böyle vs” diye başlıyorlar. Belki diğer ülkelerden daha çok oluyordur ama bu ülkenin genelinin tecavüzcü olduğu anlamına gelmez.

Öte yandan “bizim milletimiz şöyle iyi, böyle süper” diye yazmak da çok saçma. İki taraf da yazılmalı ama yazılış tarzı önemli. Her ülkenin kendi gerçekliği var. Eğer bir çıkış yolumuz varsa gene kendi değerlerimizden geçer. Bu ülkenin değer birikimi de bizim bir çıkış yapmamız için yeterli.

Türkiye 15 yıldır bir kabus yaşıyor. Bizim bu kabustan uyanamamızın sebebi onların bize uyuşturucu vermesi değil, biz uyumayı seviyoruz. Herkes kendi derdinde. İstiyoruz ki; bir sabah kalkalım ve istediğimiz gibi bir Türkiye bulalım. Berlin gibi olalım mesela. Hayır, burası Berlin değil, Ümraniye, burası Çorum. Çorum’u Berlin’e çevirebiliyor musun? O zaman Dünya’nın en güzel ülkelerinden biri olursun. Bunu yapmak da mücadele gerektiriyor.

Mücadele etmek için önce toprağa basmamız lazım, bu toprağa. Berlin toprağına basarak Türkiye için çare üretemezsin.

Kültür ve sanatta birleşmek

Bu nasıl olacak?

Gaffar Yakınca: Türkiye’nin düzelmesini isteyen insanlar kültürel alanda bir araya gelmeli. Bir kültür merkeziniz, sanat ortamınız olacak. Ressamınız, yazarınız, tiyatrocunuz bir araya gelecek. Televizyoncunuz, radyocunuz orada olacak. Farklı fraksiyonlardan, farklı görüşlerden farketmez. Önemli olan ortak bir şey üretilmesi.

Bugün Nazım Hikmet adı anıldığında sağcılar bile ayağa kalkıp “ne büyük şair” diyor. Peki o büyük şairin işlerine sahip çıkacak ortak bir platformunuz var mı? Yok. Tüm bu insanları Nazım Hikmet bile birleştiremiyor. O zaman sorun siyaseten değil, fikren birleşememek. Nazım çok uçta fikirleri birleştirebilecek bir isim.

Sağdan da Peyami Safa, Nazım gibi olumlu, birleştirici bir örnektir mesela. Ahmet Hamdi öyledir, Mehmet Akif öyledir, Attila İlhan öyledir. En basitinden bu isimler etrafında kurulacak birliktelikler Türkiye’yi düze çıkarır. Partiler bizi suya götürür, susuz getirir. Selamate çıkacaksak, bu iş ancak kültür ve sanatla olur.

Yarı magazin konular

Siz başka bir çok konuda da yazıyorsunuz ama genelde politika yazılarınız daha çok okunuyor.

Gaffar Yakınca: Maalesef. Aslında ben genelde yarı magazin konularla çok ilgiliyim. İlişkiler, gezi notları, mizahi gözlemler… Geçmişteki anılarımı, gezdiğim şehirleri yazıyorum. O biriktirdiklerimden çıkıyor bir şeyler.

Edebiyat da yazıyorum. Bir yıldır tefrika halinde yazdığım bir hikayem var. Onun da sevenleri var. “Yar kapısında uyumak” adı.

Günlük mü tutuyordunuz, nasıl hatırlıyorsunuz eskileri?

Gaffar Yakınca: Hayır ama notlarım var. Bir de ben biriktiriciyim. Sinema, otobüs biletleri, otopark fişleri, etiketler. Kutular, poşetler dolusu biriktirmişim.

Kitap yazmayı düşünüyor musunuz?

Gaffar Yakınca: Öyle bir teklif geldi ama kitap yazacak disiplinim yok. Bloğum var, ABC gazetesine de yazıyorum. İnternete yazmanın bir iyi tarafı var: İnsanlar sizi okumak için para ödemiyorlar. Yazarlık eğitimim yok, belki bir editörün yardımıyla kitap çıkartırım bir gün.


Teşekkür ederiz Gaffar Bey.

Yaban romanından bugüne: Görmezden geldiğimiz insanlar


Deniz Alan Held
1974 Ankara doğumlu ama 2 yaşından beri Istanbullu. Çocukluk ve gençliği cimnastik ve dans çalışmalarıyla geçti. 2000 yılından beri yoga yapıyor. 2002 yılında evlenip yurtdışına yerleşti ama bir ayağı hep Istanbul'da oldu. Çocuklardan sonra, Norveç'te hayalindeki işin eğitimini alma fırsatı geçti eline. Trondheim Üniversitesi'nde Medya Bilimi ve Görsel Kültür dalında lisans ve yüksek lisans okudu. İki yıl Zürih, 10 yıl Trondheim'da yaşadıktan sonra 2014 yazında eşinin memleketi Almanya'ya yerleşti. Şİmdi iki oğlu ve eşi ile sakin bir hayat sürmekte, ve Türkiye'nin Gezi Gençleri'nce yönetileceği çağdaş bir ülke olduğu hayalini kurmakta. // ENGLISH: Born in Ankara in 1974, moved to Istanbul at age 2. Spent lots of time with gymnastic and contemporary dance at early ages. since 2000 practices rather yoga. Married to a German in 2002 and move to Zurich. Later lived 10 years in Norway/Trondheim and eventually settled down in Germany. Studied Media Science in Trondheim and finished master degree in 2012. Has two sons. Looking forward to the days that Turkey is eventually led democratically by the Gezi youth.