Sınav sabahında bir tıp öğrencisi

Aslında her şey geçen yılın eylül ayında başlamıştı. “Benim ne işim var burada?” diye söylene söylene girdiği tıp fakültesindeki ilk anatomi dersinde anlamıştı başına gelecekleri…

Sınav sabahında bir tıp öğrencisi

O sabah, yüreğindeki heyecanı bile bastıran bir endişeyle uyandı. Bu, belki de bütün yıl boyunca çalışma odasının penceresinden şafak vaktinin alaca karanlıklarına ettiği tanıklıkların son bulacağı günün sabahıydı. Haziranda bunu bir kez denemiş fakat başaramamıştı; bugün ikinci kez deneyecekti. Kahvaltısını yaptı; tıraşını oldu. Gömleğini giyip, kravatını taktı ve okula gitmek için evden koşar adım çıktı.

Aslında her şey geçen yılın eylül ayında başlamıştı. “Benim ne işim var burada?” diye söylene söylene girdiği tıp fakültesindeki ilk anatomi dersinde anlamıştı başına gelecekleri. O gün kürsü başkanı Osman Hoca; “Anatomi için 24 saat yetmez, günde 25 saat çalışmalısınız. ‘Ee… Gün 24 saat, ben nasıl 25 saat çalışacağım?’ derseniz; her fırsatta anatomi çalışacak, arta kalan zamanda da, yemeği yarım saatte yiyorsan on beş dakikada yiyeceksin; bir saat gazete okuyorsan yarım saat okuyacaksın. Bu şekilde arttırdığın dakikaları da üzerine ekleyeceksin.” dememiş miydi? Gerçi günleri 25 saate uzatamamıştı ama telomerinin ömrünü 25 sene kısaltmıştı.


Ve büyük gün gelip çatmış, haziranda kaldığı anatomi sınavının eylüldeki bütünlemesi için erkenden sınav salonunun kapısına dikilmişti. Anabilim dalı başkanı hocanın, kravat takan öğrencilere daha olumlu yaklaştığını üst sınıflardan duymuş, o güne özel kravat takmıştı. Sirk maymununa döndüğünün farkındaydı ama aslanların bile kırbaçlı terbiyecileri karşısında maymuna döndüğü günümüzde bunun hiç önemi yoktu; haliyle o da umursamadı. Yeter ki geçsin, papyon bile takardı. Bütün konsantrasyonunu az sonra gireceği sınava verdi. Tek bir soru sorulacak, bilirse geçecek; bilemezse kalacaktı. Bunlar kafasından geçerken bir yandan da sınav salonundan çıkan öğrencileri seyrediyor ve ahvalin hal-i pür melalinin içinde yarattığı fırtına, ruhundaki heyecan ateşini harlatmaktan başka bir işe yaramıyordu.

Nihayet ismi okundu. Ceketini çıkardı; son bir gayretle hala kitabını karıştıran arkadaşına tutması için verdi. Annesinin bugün için yıkayıp ütülediği, kefen bezinden hallice beyaz önlüğünü çantasından çıkarıp, giydi. Arkadaşlarıyla birlikte grup halinde, duvarları beyaz fayanslarla kaplı, pencereleri buzlu camlarla örtülü, üzerlerinde kemik ve organ parçaları olan on adet kadavra masasının bulunduğu, soğuk ve kasvetli sınav salonuna girdiler. On kişi kurbanlık koyun misali bir masanın yanına dizildiler. Kürsü başkanı biraz uzakta, koltukta oturuyordu. Diğer hocalar ise ya çevresindeki sandalyelere oturmuşlar yada ayakta duruyorlardı. Bu gruba soruları öğrenciler arasında daha ılımlı olarak bilinen, sarışın, uzun boylu, fit görünümlü Ferit Bey soracaktı.

Kendisi ikinci sıradaydı. Ferit Bey kadavra masasına yaklaştı ve soru sormaya yanındaki arkadaşından başladı. Arkadaşı soruya doğru cevap verdi ve geçti. Onun geçmesi kendisinin de moralini düzeltti; geçeceğine dair içinde bir umut ışığı parladı. Sıra ona geldiğinde, hoca elini kadavra masasının üzerinde şöyle bir gezdirdi ve labirentlerinin içinde insanı insan yapan duyguları taşıyan o eşsiz organı eline aldı. Beyin!..

Ferit Bey’in eline beyni alması, içindeki umut ışığını söndürdü. Zira, anatomide niyetin önemli olduğunu; hocaların bırakmak istediklerine beyinden sorduklarını biliyordu. İçinden “Bu iş buraya kadarmış!” diye geçirdi.

Ferit Bey, elinde tuttuğu beynin üzerindeki bir bölgeyi kalemiyle göstererek;

“Burası neresi?” diye sordu.

Genç tıbbiyeli, aşağıdan bakıyor; yukarıdan bakıyor; gözünü yaklaştırıp bakıyor; uzaklaştırıp kısarak bakıyor yine de kalemin ucundaki kıvrım kendisine hiçbir şey ifade etmiyordu. Artık iyice ümitsizliğe kapılmıştı ki birden hocanın kulağına fısıldayarak;


“Gyrus cinguli” demeyi akıl etti.

Aslında akıl ettiği gyrus cinguli falan değildi; gyrus cinguliyi kısık sesle söylemekti. Çünkü ne bilgisinden emindi ne de göreceği tepkinin dozundan. Kaybedeceği bir şey yoktu. Sadece şansını denemek istemişti. Çok geçmeden de semeresini gördü.

Hoca da fısıltıyla;

İnsula dedin, değil mi?” deyince; bu hoş fısıldaşmaların kendisini az sonra kızgın kumlardan serin sulara sürükleyeceğini anladı. Gecikmeden, heyecanla ve yine kısık sesle;

“Evet” dedi.

Osman Hoca’nın “Ferit Bey, ne oldu?” diyen sesiyle irkildiler. Ferit Bey’in; “Bildi hocam.” demesiyle de serin suların önlenemez şehveti tüm benliğini sardı. Bilgisi hafif olanın sınavı ağır geçer diye bilinirdi ama öyle bir sınava girmişti ki; ne bilgi ağırdı ne de sınav.

Sınav salonundan çıktığında dağları, ormanları yara yara okyanuslara kavuşan nehirler gibiydi. Ne nehrin yaşadıkları okyanusun umurundaydı ne de okyanusun bir damla katkısı vardı nehrin yaşadıklarında.

Duyulur da işler sarpa sarar korkusuyla olanları kimseye anlatamadı. Koca bir yılı daha kaybetmekten ramak kala kurtulduğunun farkındaydı. Peki neden koca bir sene boyunca çalışmıştı? Bilemediği bir soruyla geçmek için mi?


Victor Hugo’nun “Hiçbir şey kesin değilken her şey mümkündür.” sözü aklına geldi. Tam bir teslimiyetin karanlığına düşmeden önce yapılan son bir manevranın, hiç ummadık bir zamanda aydınlığa çıkan kapıları açabileceğini görmüştü. Victor Hugo haklı çıkmış, en karanlık gece bile sona ermiş, güneş tekrar doğmuştu.

Perdeleri ıslatan gözyaşları