O genç yaşta kendini gerçekleştirmiş, unutulmaz gençlik dizisi Kavak Yelleri ve Sınav filminin efsanevi senaristi. Kapalı gişe oynayan Uzun Hikaye’nin ve haftalardır izlenme rekoru kıran Ayla filminin de hikaye avcısı… Yeni projelerini heyecanla beklediğimiz bir sinema sanatçısı, değerli senarist Yiğit Güralp…
Bence en çok da mütevaziliği, insanlığı ve içtenliğiyle fark yaratan biri. Zaten içtenliği ve gerçekliği yazdığı hikayelere de yansıyor… Bunu görebiliyoruz… Yaptığı filmlere ve sinemaya dair çok değerli tecrübelerini ve bilgilerini bu ay bizimle paylaştı… Umarım bu yaratıcı fikir adamıyla yaptığımız keyifli söyleşi, tüm sinemaseverlerin sinemaya olan yolcuğunda onları yeni renklere uyandırmayı başarır.
Ben naçizane anlattıkları sayesinde sinemaya dair bilmediğim yeni renklerle tanıştım. Ama öncesinde onun yazdığı çok sevdiğim Kavak Yelleri dizisinde Kırmızı Başlıklı Kız’ın hikayesinden esinlenerek yazdığı yaratıcı şiiri ile röportajımıza giriş yapmak istiyorum. Sonra röportajımız gelsin…
Misal 33. bölüm – gerçek yalanlar
“Ne kadar da safmışız,
Masallar hep yalanmış…
Şu kırmızı başlıklı kız,
En az kurt kadar varmış…
Rapunzel zamanında,
Küt saç daha modaymış…
Ve en hain kahramanlar,
En masum olanlarmış…
Ağustos böceği kaset,
Karınca senet yapmış…
Yalan söyleyeninse,
Burnu hiç uzamazmış…
Meğer aslanlar susar,
Aynalar konuşmazmış…
Güzeller ve düşmanlar,
Hiç mi hiç uyumazmış…
Kurşun asker silahlı,
Polyanna düzenbazmış…
Don kişot’la savaşı,
Değirmenler kazanmış…
Masallarla büyürsen,
Normaldir bu olanlar…
Özetleri dinledin,
Şimdi gerçek yalanlar…”
Röportaj: Yiğit Güralp
Senaristi olduğunuz “Ayla” filminin seyirci tarafından bu kadar çok sevilip sahiplenilmesi sizce gerçek bir yaşam öyküsü olduğu için mi?
Yiğit Güralp: Seyircinin eğilimleri bu işte ilk günden beri kafa yorduğum bir konu çünkü sinemacı olmadan önce hepimiz birer seyirciydik. Hani şu çok meşhur “geldiğin yeri unutma” sözü vardır ya, işte seyirciyi anlamak da geldiğin yeri unutmamaktır. Ben filmlerimi bazı fanatik ideolojilerin iddia ettiği üzere Amerikan siyasetinden ya da Oscar Akademisinden aferin almak için yapmıyorum. Beni seyircinin ta kendisi ilgilendiriyor. Seyircinin de bir değil birden çok beklentisi var. Bunları bilmez ya da görmezden gelirseniz en hafif manada diyeyim “üzülürsünüz.”
Ayla’yı yapmak için yola çıkarken de seyircinin beklentileri listeme uyan pek çok yönü olduğu için bu işe başladım. Yaşanmış hikaye kısmı da tasarımımın parçalarından biriydi. Bu trend dünyada zaten başlamıştı. Bizim sinemamızda eli yüzü düzgün bir örneği yoktu. Seyircinin filmimize olan ilgisi bu gözlemlerin doğrulunu onaylamış oldu.
“Film ekibinin bana yaptıkları bile ortada”
Filmde seyircinin en etkilendiği sahnelerden biri de bana kalırsa seneler sonra Süleyman ile Ayla’nın birbirlerini bulduklarında Süleyman’ın “Sana sözümü tuttum kızım, babalar sözünü tutar” sözüydü. Verdiğimiz sözlere sizce günümüzde yeteri kadar vefa gösteriyor muyuz?
Yiğit Güralp: Göstermiyoruz. Bu ironik de bir soru, bizim film ekibinin bana yaptıkları bile ortada. Başta bu işin sadece yazarı değil Yaratıcı Yapımcısı olduğum sözünü bana vererek bu işe dahil oldular, sözleşmelere ilk afişlere ismim böyle yazıldı, sonra proje sahipliği şöyle dursun senaryo yazarı yani yasal eser sahibi olarak bile adımın yazılmaması noktasına geldi iş. Bu filmde ekip özelinde verilen sözlere vefa ya da ahde vefa, İstanbul’da bir semt adı bile değil o yüzden.
İçeriğe dönersek bu vefa olgusu filmin seyirci gözünde değer bulmasının da onlarca farklı sebeplerinden biri. Ana akım sinema; seyirciye rüyalarını, düşlediği dünyaları sunar. Bir babanın evladı için mücadele ettiği bir dünya çoğu insanın hayalini kurduğu bir dünya. Filmi izlerken ebeveynler ne kadar iyi bir ebeveyn olup olamadığını, evlatlar da ne kadar iyi birer ebeveyne sahip olup olamadığını sorguladı. Film bir örnek ortaya koydu. Tasarımla da çoğaltılıp, süslenen iyi bir örnek. Bu örnek iyiliğe doğru yönelişi, inanışı güçlendirdi. Bu hiç de az şey değildir.
“Seyirciyi doğru anlamaya kafa yoruyorum”
Sizin için iyi bir hikaye yaratıcısı olmanın yanında iyi bir hikaye avcısı da diyebilir miyiz?
Yiğit Güralp: Estağfurullah. Başta da dediğim gibi, seyirciyi doğru anlamaya hayli kafa yoruyorum diyelim. Sinemacı olmak sinemada olmayı gerektirir. Filmleri evde seyrederek, sinemaya sadece galalarda giderek, ya da dizi seyrederek sinema seyircisini anlayamazsınız. Önce kendiniz seyirci olacaksınız, aralarına karışacaksınız.
Bir insanı evden çıkarıp, yol parası bilet parası ödetecek ve buna para kadar “zaman da harcamaya değer” dedirtecek sinir uçlarını harekete geçiremezseniz kendiniz çalar kendiniz oynarsınız. Bağımsız sinema, seyirciyi çok düşünmez mesela. Ben hep ana akım sinema yaptığım için bunlara dikkat etmeyi ihmal edemem. Şu an bazı bağımsız film örnekleri de tasarlıyorum ama onda bile seyirciyi tümüyle çemberin dışında düşünmem mümkün değil.
Kavak Yelleri, Sınav, Uzun Hikaye, Ayla
Unutulmaz gençlik dizisi “Kavak Yelleri” ve çok sevilerek izlenmiş “Sınav” filminin de başarılı senaristisiniz. Sizce gençlerimizi yeterince anlayabilsek ülkece birçok problemi de çözmüş olacak mıyız?
Yiğit Güralp: Elbette. Ama biliyor musunuz sadece gençleri değil herkesi tek tek anlamak gerekiyor. Sınav‘dan sonra Kavak Yelleri geldi ve sonra hep benzeri işler yapmam istendi ya da beklendi. Yani bana hep, sen gençleri iyi anlıyorsun, başka kimseyi anlama, hep onları anla dediler aslında.
Ben de dedim ki onları anladım ve anlattım, dur şimdi bak anlaşılmayı bekleyen milyonlarca başka insan daha var, Ergenekon davasında haksızlığa uğramış ya da işini yaparken doğruyu söylediği için dokuz köyden kovulmuş insanlar, gazeteciler, düşünce suçluları var Uzun Hikaye‘de onları ve ailelerini anlayalım, soru bile sormadan evinden 8 bin kilometre uzağa savaşa gitmiş Kore Şehitleri ve Gazileri var, 70 yıldır bir tek madalya verilip de teşekkür edilmemiş, şimdi onları ve ailelerini Ayla ile anlayalım.
Bizler sanatçıyız, her şeyi devletten ve toplumdan beklemiyoruz ama devletin de toplumun da empati kurmaları gereken alanlara ışık tutup yollarını aydınlatıyoruz. Dikkati onların üzerine çekip gündeme getiriyorum. Dün Sınav ile gençler bugün Ayla ile yaşlılar. Yarın aklınıza bile gelmeyecek başkaları. Film yapabildiğim sürece bu misyonu üstlenmeye devam edeceğim.
“Er Ryan’a vermemişler bize mi verecekler?”
“Ayla” filminin Oscar’a aday adayı olacak kadar başarılı bir film olacağını senaryoyu yazarken hayal edebiliyor muydunuz?
Biliyorsunuz film Oscar’a gidemedi, “Oh gidemedi iyi oldu” diye düşündüğümü yazıp çizenler de oldu. Filmlerim benim evlatlarım, insan evladı için böyle şeyler söylemez. Bunu söyleyenleri ahlaka davet ediyorum. Edepsizliğin alemi yok. Kimse şark kurnazlığı yapmasın. Oscar’a Aday Adayı olmak ülkemizdeki meslek birliklerinden temsilcilerin oyları ile mümkün oluyor. Oscar Adaylığı ise Akademinin Üyelerinin oyları ile mümkün oluyor. Bu film meslek birliği üyelerini ikna etti ama Akademi Üyelerini ikna edemedi. Bu kadar basit.
Elbette Akademi Üyeleri içinde de filmimizi takdir edenler, nezaketle yaklaşanlar olmuştur ama demek ki çoğunluğa bakınca kriterler farklı. Bu da çok normal. Biz mağdur edebiyatını bırakalım da önce Çetin Tekindor’u dizideki rolü için bıraktığı at kuyruğunu kesmeye ikna edelim, edemiyorsak ikide bir onu çekip göstermeyelim, çatışma sahnelerini senaryodaki mantığa uygun çekebilmeye kafa yoralım mesela.
Şenlik ateşi gibi ateş yakıp üstünden figüran düşman askeri atlatarak Oscar gelmiyor. Er Ryan’a vermemişler bize mi verecekler? En İyi Yönetmeni vermiş o yıl ama En İyi Filmi vermemiş. En İyi Yabancı filmi de Hayat Güzeldir’e vermiş o yıl. Neden acaba?
Senegal Aday oluyor biz olamıyoruz, neden acaba? Önce işimizi daha iyi yapalım. Hayal kurmayı artistik demeçleri sanatçıya bırakalım, işimiz yönetim ve organizasyonsa işimizi daha ciddi ve gerçeklere bağlı yapalım. Oscar’ı sonra Woody Allen gibi almaya gitmesen, sen istemesen bile sana evine falan yollayıp bir şekilde veriyorlar zaten.
Geçtiğimiz günlerde hikayenin asıl kahramanı Süleyman Dilbirliği‘ni kaybettik, bir gün sonra da eşini… Bu değerli hikayenin kahramanlarına yaşarken bu eseri hediye edebildiğiniz için gururlu musunuz?
Yiğit Güralp: Burada bir gurur duyulacaksa o gurur bizlere değil aileye aittir. Sonuçta biz hepimiz dış kapının mandalıyız, Süleyman Amcanın bir ailesi var. Bu gurur en çok onların hakkı.
“Öyle absürt öneriler oldu ki aklınızı oynatırsınız”
Sizce ülkemizde gerek sanat, gerek bilim olsun daha fazla başarı hikayesi yazabilmek için neler yapmalıyız?
Yiğit Güralp: Araştırmak, okumak gerekiyor ama yetmiyor. Okuduğunu doğru anlamak, doğru anlatmak için de doğru tasarlamak gerekiyor. Bu filmin büyük bir film olması için yönetmeninden oyuncusuna kadar her elementi için mücadele verdim. Yapımcının Türkiye’den ana okulundan oyuncu olmayan bir kız bulalım, hatta ikiz bulalım, dönüşümlü oynarlar gibi fantastik fikirleri falan vardı. Öyle absürt öneriler oldu ki aklınızı oynatırsınız.
İyi işler için mücadeleler işte asıl bu aşamalarda veriliyor. Kemikleşmiş iş yapma modellerine itiraz ettim. Büyük bir iş hedeflemiştim ve bunun için savaştım. Başta itiraz edilen bu büyüklük, ele avuca gelmeye başlayınca kendilerinin de hoşuna gitti ve “bunu zaten Yiğit değil biz düşündük, baştan beri böyle hesap ettik”e getirdiler işi. Onlar iş bilen, ben kaprisli oldum.
Şimdi Don Kişot’unu şaşırmış bazı Sancho Panzalar görüyorum. Bu film için bütün bir sektörü karşıma aldığım ve herkes gibi ekmeğime bakmayıp bu filmi yapmak uğruna zaman zaman aç bile kaldığım halde onlar gerçek mücadelenin asıl kimin tarafından, ne zaman ve nerelerde verildiği noktasını es geçiyorlar. İşlerine öyle geliyor çünkü oportünist ve materyalist insanlar.
Hayatı boyunca etliye sütlüye karışmayıp, 13 bölüm garanti dizi olsun da ne anlattığına değil ekmeğime bakarım diyen, ya da soğuk çay reklamı çeken insan sanatçı ya da sinemacı olamaz, bir derdi bir duruşu olan insan sinemacı olur. Böyle hikayeler de böyle insanlar vesilesiyle gün yüzüne çıkar.
Sinemayı hayatla metaforlaştırırken nelerden besleniyorsunuz?
Yiğit Güralp: Gözlerimiz, kulaklarımız kaydediyor, beynimiz işliyor, aklımız, duygumuz, yeteneğimiz buna şekil veriyor. Nasıl sinema projeksiyonu filmden kareleri perdeye yansıtır, sinemacı da hayattan alır, önce kağıt üstüne sonra da filme yansıtır. Sinemacıları bir makine gibi düşünün özetle, bir tarafından hayatı koyuyorsunuz öteki taraftan film olarak çıkıyor. İçeride ne oluyor, sanatçı denen makine bunu nasıl yapıyor kısmı teknik olarak belli bir yere kadar açıklanabiliyor, açıklanamadığı kısmı ise tam bir mucize.
“Sinemada dünyada bizi hakkıyla temsil eden iki kişi var”
Sizce dünya sinemasında Türkiye nereye gidiyor?
Yiğit Güralp: Dünyada bizi hakkıyla temsil eden iki isim var. Nuri Bilge Ceylan. Zaman zaman da Reha Erdem. Buna bazen başka yeni sinemacılar da dahil olabiliyor ama istikrarlı üretim ve başarı sadece bahsettiğim bu iki isimde var. Bu isimler evrensel filmler yapıyorlar. Evrensel olmanın yolu da yerel olman, kendi hikayelerini anlatmaktan geçiyor. O yüzden başarılılar. Bunlar kulvar olarak bağımsız sinema örnekleri.
Ana akım sinemaya, diğer adıyla gişe amaçlı filmlere gelince orada iki büyük problem var. Birincisi bu filmlerin yüzde doksanı sinema filmi değil, sinema perdesine çıkan televizyon ya da video filmleri. Sinemanın bir teknik standardı, büyüsü ve ihtişamı vardır. Seyirci 15-20 lira bilet ödüyorsa ona iyi dizayn edilmiş doyurucu bir gösteri sunmanız gerekir. Size ödenen bilete karşı saygı ve sorumluluğunuz bile seyircinizi misafiriniz gibi ağırlamanız gerektiğini gösterir. Önce iyi bir yemek, sonra tatlı, kahveler, hoş sohbet, onu uğurlayana kadar iyi vakit geçirtip yine bekleriz demeniz gerekir.
“Ana akım sinemada tıkanmış yolları açıyorum”
Ben 3 filmimde de buna özen gösterdim. İkinci sorun tür sinemamız yok. Hep aynı türde, aynı tip filmler üretiliyor. O yüzden de sinemaya gitmeyen, yakalanamamış milyonlarca bakir seyirci var. Bazen Sınav ile bu kitlelerde sinemaya gitme isteği uyandırıyorsunuz, bazen Ayla ile. Farkındaysanız hep farklı tür filmler yapıyorum. Bir sebebi de bu. Ana akım sinemada böyle bir misyonum var. Tıkanmış yolları açıyorum, yeni kitleler ve hikaye alanları gösteriyorum. Seyirci farkında, medya ve sektör değerini bilmiyor henüz ama ben ölünce anlarlar.
Bir şeyi daha becermeye özen gösteriyorum, bağımsız film ile ana akım sinema arasındaki keskin farkı ortadan kaldırmaya gayret ediyorum. Becerebildiğim kadar. Nitelikli film sıkıcıdır, gişe filmi avamdır yargılarını seyreltip hem nitelikli hem seyir zevki yüksek filmler tasarlamaya çalışıyorum. Sinemamızda bu şuur ben ve birkaç meslektaşımın gayreti olmaktan çıkar ve sektörün tümüne hakim olursa o zaman dünyada mühim bir yer edinebiliriz.
“Bizim dizileri kanserojen buluyorum”
Söyleşimizi bitirmeden biraz da dizilerden söz edelim. Türkiye’de dizilerin yabancı dizilere göre iki kat daha uzun olmasını neye bağlıyorsunuz?
Yiğit Güralp: İki kat iyimser bir tanım olmuş. Ben dizi yazmayı bırakalı 8 yıl oldu. 8 yıl önce dediğiniz gibi 2 kattı. Şu an 60 dakikalık yabancı formata göre 3 kat, 40 dakikalık yabancı formata göre 4 katı yerli dizilerimizin bölüm süreleri. Hele 20 dakikalık sit com ile karşılaştırırsanız yerli bir komedi dizisinin bir bölümü bir yabancı örneğinin 8 ila 9 katı. Bu en açık tabirle aç gözlülük. Nasıl ki maden işletmecisi, işçinin hayatını, kömürün kalitesini düşünmeden hep daha daha diyor, dizi işinde de ağır bir sömürü düzeni var.
Bir de şu meşhur “Türk dizileri dünyaya kafa tutuyor” muhabbeti var. Biliyorsunuz Çin de oyuncakta ve ıvır zıvırda dünyaya kafa tutuyor. Nasıl yapıyor. Ucuz maliyete daha çok mal. O mallar kanser yapıyor ama sonra. Bizim dizileri de ben kanserojen buluyorum ve izlemiyorum. Yazmıyorum da. Bu işler makul noktalara gelene kadar da elimi bile sürmem.
Dünya da buna bir yerden sonra müsaade etmeyecektir. Maliyetler açısından haksız rekabet var çünkü. Dünyada ciddi telifler ödeniyor. Onlar enayi mi? Türkiye bu konuda yaptırımlara zorlanacaktır. Bu işler yakın geçmişte müzikte de böyleydi şimdi hukuka rayına oturdu büyük ölçüde. Yakında dizi işleri de rayına oturur. Gezegende işler nasıl yürüyorsa sizi oraya uydururlar bir süre sonra. Dünyanın kanunu bu.
“Türk dizileri şiir yazılır gibi yazılıyor; sonraki mısra belli değil”
Başarıyla izlenilmiş yabancı dizilerin senaryolarıyla Türk dizilerinin senaryoları arasındaki fark sizce ne?
Yiğit Güralp: Şiir yazarken bir sonraki mısrayı bilmezsiniz. İlham gelir. Yazmaya başlarsınız. İlk dizeyi yazarken sonraki dizeyi bilmezsiniz. Dizide ise son dizeye kadar bilmeniz gerekiyor. Bir dizi başladığında sezon boyu ve hatta sonraki sezonlarda hikayenin gideceği yerin en baştan yazılmış tasarlanmış olması gerekiyor. Yabancı dizilerin farkı bu. Bir yaratıcı kişi ya da kadro var. Başından sonuna hikayeyi tasarlıyor. Sonra bunları sezonlara ve bölümlere parçalıyor. Sonra da her bölümü işinin ehli senaristlere dağıtıyor. Kendisi ana hikayenin doğru ilerleyip ilerlemediğini denetliyor.
Türk dizilerinde ise böyle bir planlama yok. 5-6 bölüm hadi bilemedin 13 bölüm belliyse öp de başına koy gibi bir durum var. Yani bizde diziler şiir yazılır gibi yazılıyor. Bir sonraki mısrayı bilmeden yazıyorlar. Haftaya ne olacağını, 4 bölüm sonra ne olacağını bazen senaristin, yapımcının kendisi bile bilmiyor. Bu gülünç tabi. Böyle şiir yazılır gibi dizi yazılmaz. O yüzden çoğu dizi iyi başlıyor ama ben görebiliyorum mesela ilk bölümden. Birkaç haftalık malzemesi var, tıkanır ellerinde patlar diyorum. Öyle de oluyor. Kaçınılmaz. Teknikle didişmenin alemi yok. Bu bir iş. İşler kuralına göre yapılır.
Son olarak İndigo Dergisi okuyucuları için neler söylemek istersiniz?
Yiğit Güralp: Ana akım medyanın bir filmin eser sahibine mikrofon dahi uzatmamak konusunda yapımcı ile kol kola yürüdüğü bir devirde siz ve sizin gibi cesur, genç gazeteciler ve gücü gerçekten bağımsızlığında olan böyle dergiler bizlerin sesini duyurabilmek için birer vesile oldular. Bu anlamda samimiyetle teşekkür ederim.