Sevgilinizi hayatınızın merkezine koymadan önce bu yazıya bir göz atın… “Maço erkekler ve yardıma muhtaç kadınlar aranıyor!”
Geçtiğimiz hafta içinde bulunduğum bir arkadaş ortamında, tanıdığım ve sevdiğim insanlardan bir tanesi bana kız arkadaşı ile yaşadığı ayrılık sürecini anlattı. Adam için tam anlamıyla bir kabusa dönen bu süreçte kadın; yüzlerce mesaj, farklı numaralardan onlarca arama, sayısız e-posta, kapılara dayanma, arkadaşlarını takip etme, adamı takip etme, sinir krizleri geçirme gibi davranışlarla hem kendini hem de adamı stresin ve gerginliğin en üst noktalarına çıkartacak birçok tavır sergilemiş. Üzerinden yaklaşık bir ay geçmesine rağmen de durum hala tam anlamıyla düzelmiş değil.
İnsan insanı hastalık, ölüm, ayrılık gibi büyük yol ayrımlarında tanır.
Duyguların çok yoğun ve kontrolsüz yaşandığı bu gibi durumlarda karakterimizin günlük hayatta kolaylıkla gizlediğimiz en derin ve ücra köşelerine ışık tutarız çünkü. Birlikte geçirilen zaman ne kadar uzun olursa olsun, bir insanı tüm gerçekliği ile tanımak neredeyse imkansızdır bu nedenle.
Hepimizi şaşkınlığa uğratan kadının bu hareketleri en çok da onu aslında en iyi tanıdığını düşünen adam için sürpriz olmuş mesela. Büyük bir aşk ve umutlarla başlayan bu parlak ilişki, sekiz aydan kısa bir süre içerisinde gerçek yüzünü ortaya çıkarmış. İki taraf için de kötü bir sonla biten bu ilişki, kişisel tecrübe başlığı altında geçmiş zaman hikayeleri klasörüne kaldırılmış.
Bu yaşanmışlıktan bahsetmemin amacı kimseyi kınamak ya da doğrularla yanlışların listesini çıkartmak değil. Sonuçta ortada her iki taraf için de üzücü bir durum var ve ikisinin de hayatını negatif yönde etkileyen bir enerji bulunmakta. Amacım bu ve benzeri durumlara hiç kimsenin düşmemesi niyeti ile neden bu tarz olayların yaşanabileceği konusunda bir perspektif ortaya koymak.
Yakın çevrenizde yeni birisine karşı hemen yükselen, o kişiyi hayatının merkezine koyup bütün ilgisini ve enerjisini bu ilişkiye harcayan, ilişkisi yolunda giderken etrafına ışık ve mutluluk saçan fakat problem olduğu zaman hayatı duran, üzerine kara bulutlar çöken ve mutsuzluğunu çevresine yansıtan insanlar tanıyor musunuz?
Bir ilişkiye başladıktan sonra artık göremediğiniz, hayatınızın gitgide ufalan bir parçası haline dönüşen arkadaşlarınız var mı?
Ya da siz bu insanlardan bir tanesi misiniz?
“Ben sensiz yaşayamam”
Günümüz ilişkilerine baktığımda, ait ya da sahip olma, ‘hayatını onun üzerine kurma’, teslim olma gibi kavramlarla çok sık karşılaşıyorum. Birçok kişi onları tamamlayacak, sahiplenecek, yeri geldiğinde yönetecek, hayatlarını emanet edebilecekleri, tabiri caizse bir elmanın iki yarısı gibi olabilecekleri bir partner hayali gütmekte. İki kişinin birbirine bağlı değil, bağımlı olduğu ve taraflardan birinin çıkışı ile diğerinin hayatının tam anlamıyla yıkıldığı ‘büyük aşkları’, romantik bir fanteziye dönüştürmüş bir kesim görüyorum. Ve endişeleniyorum.
Eğer bu yazıyı evinizde okuyorsanız herhangi bir televizyon kanalını açın ve karşınıza çıkan ilk diziyi 15 dakika boyunca izleyin. Adamın haber vermeden kadının kapısında bitmesi, işini gücünü bırakıp kadını kendi kendine rahatlıkla taksi ile gidebileceği bir yere özellikle ısrar ederek arabası ile bırakması, yoluna çıkan tüm hemcinslerinden kıskanması (ve bunun kadının hoşuna gitmesi) ve olay çıkarması, kadının çalışmasına tepki göstermesi, kadını tek başına herhangi bir programa yollamaması ya da özellikle eşlik etmesi gibi durumlardan kaç tanesine denk geleceksiniz acaba?
“Sen benimsin”, “Sensiz yaşayamam ben”, “Sen nereye ben oraya”, “Asla yalnız bırakmam seni” ya da biraz daha dramatikleşmek gerekirse, “Sensiz aldığım her nefes haram bana” ve “Sen olmayınca güneş doğmuyor benim için” gibi izleyici kitlesinin mezhebine göre gittikçe arabeskleşen, kalıplaşmış ve maalesef kültürümüzde artık sağlam bir yer edinmiş cümlelerden bir tanesine rastlamanız kaç dakikanızı alacak?
Sevgiliniz kıskanç biri olabilir mi?
İzlediğimiz dizilerde, dinlediğimiz müziklerde ya da en çok hoşumuza giden aşk hikayelerinde sürekli bize aleni bir şekilde dayatılan son derece ataerkil bir ilişki yapısı mevcut. İşin daha vahim olan kısmı ise, bu durum artık bir arz talep meselesine dönüşmüş durumda ve ne yazık ki bu şekilde düşünmeyen kadınlar ya da adamlar bile artık aranılan şey bu olduğu için kendilerini ‘maço erkek’ ve ‘yardıma muhtaç kadın’ klişelerine uyarlama çabası içinde.
İlişki arayan danışanlarımla yaptığım algoritmada, bu konuyla alakalı dikkatinizi çekmek istediğim iki tane soru var. İlk soru: Kıskanç mısınız? İkinci soru: Sevgiliniz kıskanç biri olabilir mi? Bu soruların ikisine de hayır cevabı veren birisi ile henüz tanışmak kısmet olmadı. Heyecanlı bekleyişim sürmekte.
Şaka bir yana, aldığım cevaplar genelde insanların kıskanç olduğu yönünde ve buraya dikkat:
Karşı tarafın da kıskanç olmasını istedikleri şeklinde. “E biraz kıskansın tabii, hiç kıskanmıyorsa sevmiyordur” cümlesi ikinci sorunun en sık karşılaştığım cevabı. Toplumun hemen hemen her kesiminden, eğitim derecesi, sosyoekonomik statüsü ya da sosyokültürel sınıfı fark etmeksizin duyduğum bir cevap bu üstelik.
“Sonuçta biz de böyle bir milletiz. Sevdik mi dibine kadar, sildik mi ölüme kadar!” demek her ne kadar eleştirdiğim bu literatürde yerine ‘cuk’ diye otursa da ben, bu algıyı biraz olsun değiştirebilmek adına yazmaya devam ediyorum.
Eksik parçaları sevgiliyle tamamlamak…
Popüler kültürün direttiğinin aksine, bu tarz aidiyet ve sahiplenme gibi duygu ve düşüncelerle yaşanan ilişkilerson derece zehirli ilişkilerdir. Sadece, kendi hayatını tam anlamıyla rayına oturtamayan bireyler başka birinin etkisi altına girmek isteyebilir. Kendi kendisine yetmemeyi seçenler, bir başkasını hayatlarının merkezine koyup kendileri için yaşamaktan vazgeçebilir. Kendilerindeki eksik parçaları karşı tarafın sahip oldukları ile tamamlamak, kısa süreli asalak bir ilişkiyle aynı özellikleri taşımaktadır.
Sağlam bir ilişki, her iki taraf da kendileri birer bütün olduktan sonra, kendi benliklerinden vazgeçmeden hayatlarını birlikte sürdürmek istiyorlarsa mümkündür. Yani mesele birbirini tamamlamak değil, zaten tam olan iki parçanın birlikte yol almaya karar vermesidir.
Öbür türlü, sahiplenme ve aidiyet duygularının işin içine girmesiyle birlikte kıskançlık doğar, kısıtlamalar artar, bağımlılık güçlenir ve özler kaybolmaya başlar. Taraflar birbirlerini kendi hayatlarına uydurma çabası içine girer ve dominant olan hem ilişki hem de karşı taraf üzerinde söz sahibi olur; gündemi oluşturur, problem yaratır ve en tehlikelisi, doğrular ile yanlışları, haklı ile haksızı belirler.
Kıskanılmak neyin göstergesi?
Eminim hemen hemen hepimiz hayatımızın bir noktasında sevdiğimizi kıskanmışızdır. Ya da sevgilimizin bizi kıskanmasından hoşnut kalmışızdır. Peki, siz sevgilinizi kıskandığınız zaman bu his hoşunuza gidiyor mu? Kıskançlık; biz hissettiğimizde, bizi huzursuz eden, keyfimizi kaçıran bir duygu değil mi? Bu mantık içerisinde, sevgilimizin bizi kıskanmasını istemek, sevgilimizin içinde negatif bir duygu barındırmasını istemek değil mi? Bir ilişkide taraflardan bir tanesinin kıskançlık gibi negatif bir duygu içine girmesi, ilişkiyi nasıl etkiler?
Bu bağlamda şu soruları düşünmenizi istiyorum: Hayatlarını paylaştıkları insanın kıskanç olmasını isteyen bireyler kendi içlerindeki açığı kapatmak istiyor olamazlar mı? İlgiye olan muhtaçlıklarını, değersizliklerini ve sevgisizliklerini, özgüven eksikliklerini, karşı tarafın ‘şüphesiz sevgisinden yaptığı’ kıskançlık oyunları ile tatmin edemezler mi? Siz neden sevgiliniz tarafından kıskanılmak istiyorsunuz? Elinizi vicdanınıza koyun ve sorun. Kıskanılmak sizce neyin göstergesi?
Kendini seven, güvenen, değer veren, hayatı bütün bir insan, kendi gibi başka birisi ile hayatını uyumlama seçimini yaparsa eğer bu ilişkide kıskançlığa yer kalır mı?
Sizin hayatınız ne durumda?
İlişkiniz içinde kendiniz olabilmeniz için yeterli yeriniz var mı? Hayatınız, zevkleriniz, sevgilinizden bağımsız uğraşlarınız, sosyal iletişimleriniz var mı? Bunları hayatınızda tutabilmeniz için mücadele etmeniz gerekiyor mu? Kendiniz için yaptıklarınız karşı tarafın tepkisini çekiyor mu?
Sevgiliniz benliğinizin bir parçası haline mi geldi?
Yazının başında anlattığım yaşanmışlığı şimdi bir de bu perspektiften düşünün. Kadınla empati yapabiliyor musunuz? Siz de bir başkasını hayatınızın odak noktasına almış olsaydınız ve o kişi benliğinizin bir parçası, gündelik alışkanlıklarınızın çoğunluğu haline gelmiş olsaydı ve bir anda hayatınızdan çıkıp gitseydi, ne hissedersiniz? Ne yapardınız?
Yargılamak her zaman çok kolay ama asıl önemli olan empati yapabilmek, hikayelerden ders çıkartmak. Benim başıma gelmez, ben asla böyle bir şey yapmam demeyin. Gelebilir, yapabilirsiniz. Belki henüz hayatınızda o kadar büyük bir boşluk yok, belki henüz yaralarınızla en uyumlu olan ile karşılaşmadınız. Bir ilişkiniz olsun olmasın, böyle bir durumla karşılaşmamak için kendinize dönün. Hayatınızı bir bütün haline getirmek için çaba sarf edin. Uğraşlarınız olsun, hobileriniz olsun, tutkularınız olsun. Hayatınızı paylaştığınız insanın güçlenmesi, kendi ayakları üzerinde durabilmesi ve siz olmadan da tamamıyla var olabilmesi için destekleyin.
Onu kısıtlamak, sakınmak, kıskanmak yerine rahat bırakın, salın, özgür kılın.
Bir de böyle deneyin.
Hepinize sorgulama ve gelişim dolu bir hafta diliyorum.
Kendinize iyi davranın.