Ruh kavramının etimolojisi ve tarihçesi

İnsanoğlu varlık sahnesine çıktığı andan itibaren merak duygusunu tatmin etme gayretine düşmüştür. Bu çaba, varlığının ilk zamanlarında yaşadıkları olayları doğa üstü güçlerle açıklaması; tabiat ruhu gibi mistik güçler tarafından yönetildiğine, insanın ise içindeki ruhun davranışlarını şekillendirdiğine dair inançlara sahiptiler.

Ruh kavramının etimolojisi ve tarihçesi

Ruh nedir? Ruh kavramının etimolojisi ve tarihçesi

Köken olarak inceleyecek olursak “ruh” kavramının kökeni Yunanca “psykhe” kelimesinden gelmektedir. Anlamı, nefes, soluk, üfleme, soluma olan psykhe ilkçağ Yunan felsefesinde yaşamın temel ilkesi olarak görülen “ruh”, bilincin merkezi olarak ise “zihin” anlamında kullanılmıştır.

Spiritus

Bu anlamların yanında terim; can, bedene can veren, yaşama gücü, canlılık ilkesi gibi anlamlarda da kullanılmıştır. Kavram olarak terimi ilk Aristoteles kullanmış, ondan sonra düşünce ve bilim disiplinlerinin değişik alanlarına yerleşmiştir. Latincede ruh demek olan “Spiritus” un da solumak mastarından türetildiği bilinmektedir.


Anima animus ve Ghost

Ayrıca Latince ruh anlamına gelen “anima” ve “animus” kelimeleride uyutulmak demektir. Bu kelime Grekçe’de “anemos” şeklinde olup rüzgar ve hava karşılığındadır. Eski İngilizce’deki “ghost” kelimesi incil metinlerinde genel olarak ruh karşılığında kullanılmaktaydı.

Geist

Almanca’da “geist” kelimesi de aynı anlamdadır. Her iki kelimenin “gas” (gaz) ve “geshfden” türetildiği ve bunların da hava olduğu bilinmektedir. İbranice’deki “nefes” ve “ruh” kelimeleri soluk almak anlamına gelen fiilden türetilmiştir. Sanskritce’deki “atma” ruh anlamına geldiği gibi, rüzgar ve hava anlamlarını da kapsar. Grekçe’deki “atmos” kelimesinin Arapça ‘da ruh, rih, rayiha, rahat vb. türetmelerde ilk anlamlarında rüzgar ve hava demektir.

Ruh kavramının etimolojisi ve tarihçesi

İlk çağlarda bedeni ruhtan ayrı bir cevher olarak görmek pek yaygın değildi. Bu anlayışı yansıtan ilk bilgileri Doğulu ve Batılı bilge gezginlerce gözlenerek yazıya geçirilmiş kayıtlarda bulmaktayız. Bu bilgilerde bulunan şaman ve büyücü ayinleri, iyi ve kötü ruhlara olan inanç hakkında bilgi vermektedir. O çağda psikolojik rahatsızlıklar, kötü ruhların bedeni ele geçirmesi ile açıklanmış ve bedeni bu kötü ruhtan kurtarma amacıyla bir takım tedavi yöntemleri geliştirmişlerdir.

Eski çağlardaki ruh inancı dair diğer bilgiler ise uyku durumunda ruhun bedenden ayrıldığına dair yaygın bir kanaat olduğudur. Bu düşüncenin, rüya kavramının daha çok ön plana çıkmasına neden olduğu ve “ruh” kavramının bugünkü bilinçlilik durumunu almasında belirleyici olduğu söylenebilir. Dil kuramcıları ve antropologlarının ortaya çıkardığı bulgulara bakıldığında, tarihin ilk zamanlarında insanın ruh hakkındaki bilgisinin çok fazla olmamasına rağmen, ölüm hakkında kapıldığı korku onu düşünmeye sevk etmiş olmalıdır.

Nefes

Ölen insan veya herhangi bir canlıda, yok olan, ortadan kaybolan şeyin ne olduğu sorusunu sormaktan kendisini alamamıştır. Ölen İnsanlarda dikkat çeken ilk değişiklik nefes alıp vermenin yani akciğer solunumunun durması, dolayısıyla İnsan nefesiyle hava, havayla da ruh arasında bir bağlantı kurulması bu bakımdan önemlidir.

Eski Mısır’da reenkarnasyon inancı

İlkçağ medeniyetlerinden Mısır da ruha ilişkin araştırmalar ölümden sonraki yaşamın varlığına olan inancın etkisi ile araştırma ve bilginin artmasına sebep olmuştur. Mısır’daki bu gelişmeler zengin bir gözlem ve bilgi birikimine izin vermiş ayrıca bilimsel metodolojinin tohumları olma imkanı tanımıştır.

Herodot gibi tarih yazıcıları eski Mısırlılar’ın ölüm sonrası hayata ve ruh göçüne inandıklarını belirtir. Antik Mısır inançlarına göre, ölen kimseyi bir yargılanma beklerdi. Yargılanmaya ise eski Yunanca da psikostazi(psychostasis) ya da psikostasya (psychostasia) adı verilmiştir. Terim psikhe (yaşamsal unsur, nefes) ve statis (tartılma) sözcüklerinden türetilmiştir.

Ölüm olayı ile bedenini terk edenlerin yargılanması olan psikostazide, kimileri ölümden sonraki vicdani hesaplaşma olgusunun sembolik öğelerle anlatımını görürler. Bu yargılanma sahnesinin betimlenmesine Mısır Ölüler Kitabında ve birçok eski Mısır belge ve yazıtında rastlanır. Eski Mısır metinlerine göre, her ölü için söz konusu olacak tartılma, ilahe Ma’at’ın “hakikat salonu” denilen salonunda gerçekleşir. Bu tartılma ve yargılanma sahnesi Mısır resimlerinde, bir kefesinde ölünün vicdanı temsil eden kalbi, diğer kefesinde bir tüyün bulunduğu terazi ile temsil edilir.

Ölü yiyici

Yeraltı aleminin sorumlusu ve “Ra’nın gözü” sayılan Ma’at’ın hiyeroglifi hakikat, adalet ve doğruluğu simgeleyen tüydür. İlah Thoth ise sonuçları kaydetmektedir. Yürek suçlarla ağırlaşmamış olduğu takdirde tüyden hafif gelecekti. Bazı psikostazi temsillerinde yüreğin sınavdan başarıyla geçememesi durumunda başarısız ölüyü yutmak üzere terazinin yanı başında bekleyen Ammemet (Ammait, Ammit) adlı “ölü yiyici” bir yaratığın tasvir edilmiş olduğu görülür. Mısırlılar ölümden sonraki yaşamlarında rahat edebilmeleri için ölülerin bedenlerinin korunmasına büyük önem vermişlerdir. Toplumun önde gelenleri, firavunlar, zengin ve soyluların bedenleri mumyalanmış ve özenle saklanmıştır.


Hint ezoterizminde ruh kavramı

Aynı dönemlerde Hint inanç ve düşünce sistemi de ruhun terbiye edilmesi ve eğitilmesi üzerine temellendirmeler yapmıştır. Siddhartha da ruhunu terbiye edebilmek için meditasyonlar yaparak kendi benliğini aşmayı ve ruhuna hükmetmeyi öğrendi. Ruhu terbiye etmede yeri geldiğinde yeme içmeyi, yıkanma ve temizliği bile terk etmiştir.

“Beşeri acıların üstesinden ancak dünyevi gerçekliğin ve bireysel benliğin yarattığı yanılsama perdesinin ötesine geçmek ve insanın mustarip olduğu bütün acılara yol açan sahte arzulardan ve baştan çıkarıcı tutkulardan arınmış bir kişilik geliştirmek suretiyle gelinebilir.”

Kendi gözleri ile gördüğü gerçeklikle yetinmeyerek şeylerin töz olmadığı kanısına vardı. Varlığı ise düalist bir anlayışla madde-ruh ikilemini içinde Yunan düşünürleri gibi birbirine karşıtlık olarak yorumladı. Ruh maddeden ayrı ölümsüz, şuur sahibi kendi başına bir cevherdir. Bazı Hint düşünürlerine göre de tanrının yeryüzünde herkeste bulunan bir parçası olarak görülmüştür.

Ruh göçü ve Nirvana’ya ulaşmak

Ruh göçü anlayışının da hakim olduğu bu düşünce sistemlerinde, ölen kişi eğer aydınlanmamış ve arınmamış bir kimse ise sonraki hayatında ruhu bir başka beden geçer ve yeniden doğar. Ruhu ne kadar arınmış, terbiye edilmiş ve aydınlanmışsa sonraki hayatında mükafat olarak daha iyi bir beden ve aile onun olacaktır. Ama önce bedensel hazlarla dolu bir ıstırap yeri olarak görülen bu dünyadan kendisini soyutlamalı ruha yönelmelidir. Asıl olan bu ruh döngüsünün (samsara) dışına çıkabilmektir ancak bu şekilde insan gerçek aydınlanmaya, Nirvana’ya ulaşabilir.

Anaksimenes

Antik Yunan anlayışına baktığımız zaman Miletli Anaksimenes ruhu felsefe alanına çıkaran ilk filozof olarak karşımıza çıkar. Ruh kavramını insanı hayatta tutan, canlılık veren, cansız olarak dağılmasını engelleyen şey diye anlıyor ve solukla bir gördüğü için maddi bir şey olarak düşünüyor. Nasıl soluk (hava) olan ruhumuz bedenimizi bir arada tutup, canlılık vererek dağılmasını önlüyorsa, hava da evreni ayakta, düzenli ve canlı tutan, bir arada olmasını sağlayıp dağılması önleyen şeydir.

Felsefesini tamamlamak için de insan bedeniyle evren arasında ilişki kurmuştur. Ancak, tarihsel açıdan ortaya çıkan görüşlere baktığımızda felsefe tarihinde eski Çin, Hint ve Mısır haricinde ‘ruh’ konusuna önce Pisagor mektebinde rastlıyoruz. Aslen İyonya’lı olup, Kroton kentinde gizli ve mistik bir felsefe anlayışı oluşturarak, öğrencilerine ‘insan bilgisinin tümünü kuşatan’ anlamına gelen ‘matemata’, yani din, töre ve siyaset dersleri veren Pisagor, matematiksel kavramlardan hareket ederek varlık, oluş ve evren hakkında açıklamalarda bulunuyor ve ruhun varlığına, ebediliğine ve başka bedenlere girdikten sonra ölümden sonra da devam ettiğine inanıyordu.

Platon: Ruh tanrılıktır

Pisagor’dan sonra ruh konusunda onun felsefesinden etkilenerek hareket eden ve felsefi olarak temellendiren Platon bulunmaktadır. Platon’a göre, “ruh tanrılıktır” yani insan ruhu Tanrısal bir mahiyete sahiptir. Platon, hiçbir zaman ruhun yaratılmışlığından söz etmemektedir. Çünkü ona göre ruh, evrensel ruhun (Tanrı) bir parçasıdır. Yani ruh Tanrı kadar ezeli olduğundan onun hakkında herhangi bir yaratma söz konusu değildir. Her ikisi de ezelden beri vardırlar.

Tanrısal alemde son derece mutlu bir hayat süren ruhun dünyada insanla ilişki kurmasını Platon, ruhun maddeye karşı tutkusunu tatmin şeklinde yorumlamaktadır. Buna göre ruh, maddi nesneleri daha yakından tanımak amacıyla şehvet gücünün etkisiyle yeryüzüne düşmüş ve bedene konuk olmuştur. Ne var ki bu sınırlı ve sonlu beden zindanında konuk olmak onu tatmin etmemiş ve bu yüzden bir an önce aslına yani tanrısal aleme dönmek arzusuyla bedenden kurtulmak istemiştir. Tanrının bir parçasını teşkil ettiğinden ve onun yanına gelip tekrar ona dönmek istediğinden ruh Tanrılıktır yani Tanrısal niteliklere sahiptir, dolayısıyla ezeli ve ebedidir.

Yer yüzünde bedene hapsolan ruh, kendisini bedenden soyutlayıp akla uyduğu sürece, ruhunu düzenli tutabilir. Çünkü öldükten sonra bütün ruhlar sorgulanmak için Hades’e giderler.


Ruhlarını temiz tutan ve bedenin hazlarına yenik düşmeyenler Elysium’a, kötülük yapan her türlü bedensel hazzı tadan azgınlık yapan kişilerin ruhları ise Tartarus’a gönderilir. Oradan sonra toplanarak yargılanmaya götürülen ruhlar bu yargılanmanın sonucuna göre yeni bedenleri belirlenir ve bedenlere girmeden önce dinlenmek için durulan Lethe ırmağından su içerler ve içtikleri kadar unuturlar, önceki hayatlarını, edindikleri bilgileri, tecrübeleri her şeyi unutup yer yüzünde yeniden yeni bedenleriyle doğarlar.

Reenkarnasyon: Ruhun göçü var mıdır?