24 Haziran seçimleri sonrasında yüzlerce yazı yazıldı, analiz yapıldı, programlarda tartışıldı. Ancak kitle olarak kimseyi yeteri kadar tatmin edecek bir yorum henüz gelmedi. Bana sorarsanız gelmeyecek de. Çünkü ne yazılırsa yazılsın sonucu ve süreci değiştirmeyecek! Neden mi?
Seçimi değil bireyi anlamak
MHP’nin nasıl %11 ile seçimi bitirdiği, AKP’nin nasıl ‘kazandığı’, Muharrem İnce’ye o gece ne olduğu, oyların yüzde kaçının çalındığı gibi sorulara takıldığımızda asıl odak noktasını kaçırdığımızı düşünüyorum.
Elbette mücadelenin totali açısından bu sorulara doğru bir şekilde cevap verilebilmesi çok kıymetli ve bir noktada gerekli de ancak; bunlar tek başına sadece resmin detaylarını oluşturuyor. Çünkü o resmi oluşturan dinamikler oldukça fazla; ama aslında bir o kadar da basit ve anlaşılır.
Çalınan oyları ve diğer tüm seçim hilelerini bir kenara bıraktığımızda, 2006’dan beri AKP’ye (aslında partinin ötesinde Erdoğan’a) oy veren %40-45 aralığında gidip gelen bir toplam var. Kendi elleriyle beslediği ayak takımını (iş adamları, fabrika sahipleri vs.) dışarıda bırakıyorum çünkü bence onlar gerçek AKP seçmeni değiller. Onlar yalnızca sermaye nereye götürürse oraya sürüklenen kurtlar sürüsü.
Onlar için besleyenin adının, sıfatının ya da politikasının bir önemi olmaz. Asgari ücretle 5 kişilik aile geçindirmeye çalışan işçilerden bahsediyorum. 3 çocuklu annelerden, işsizlerden, üniversite öğrencilerinden bahsediyorum. Bu insanların hayat standartlarında değişen hiçbir şey yok. Öncesinde de fakirlerdi hala da fakirler.
Tedavi olmak için hala saatlerce sıra beklemek zorundalar. Hala devlet okullarında okuyorlar, hala asgari ücrete çalışıyorlar. Hala bir üçüncü dünya ülkesinde yaşıyorlar.
Peki bu insanlar bu kadar yıldır neden Erdoğan’a oy vermeye devam ediyor? Aslında tam olarak da bu yüzden. Hayatlarında değişen hiçbir şey olmadığı için. Yoksul oldukları için, öteki oldukları için. Başka bir deyişle, hayatlarında başka bir aidiyetleri olmadığı için.
İnsanlık ilk çağlarında bile beri gruplar halinde yaşamış. Çünkü insan toplumsal bir varlık. İstesek de, yani aslında istediğimizi sansak da hiçbirimiz birer ‘Issız Adam’ olamayız çünkü bu doğamızda yok. İlkel insanlar için bu bir zorunluluktu. Doğanın karşısındaki hayatta kalma mücadelelerinde yapabilecekleri tek şey bir arada olmaktı.
İnsanın ve toplumun evriminin geldiği noktada artık doğanın karşısında böyle bir zayıflık durumu kalmadı ancak gruplar halinde olmak ihtiyaç olma durumunu korumaya devam ediyor. Yalnızca fiziksel bir ihtiyaç olmaktan çıkıp psikolojik bir ihtiyaç olmaya dönüştü.
Aidiyet
Yapılan araştırmalar sosyal ortamında (yani grubunda) dışlanan bir bireyin beyninde fiziksel acıyla aynı bölgenin uyarıldığını buldu. Yani başka bir deyişle, kolumuz kırıldığında da arkadaşımız bize küstüğünde de beynimiz bu durumu aynı algılıyor.
Yani özetle binlerce yıldır hiç değişmeyen bir şekilde hepimiz bir gruba ait olma ihtiyacı hissediyoruz. AKP’nin kendi seçmenine hissettirdiği de tam olarak bu: Aidiyet.
Toplumda kendini dışarıda hisseden kesime bir aidiyet ve bununla beraber kendini ifade alanı sağladı. “Hani dışlanan, ötekileştirilen bizdik?” sorusunun geleceğini biliyorum. Bizim kullandığımız anlamındaki azınlık olmaktan ya da ötekileştirilmekten bahsetmiyorum. Hayatta yerini bulamamış olmaktan bahsediyorum. Elinde başka hiçbir şeyin olmamasından bahsediyorum. Yaşamın bütününün dışında olmaktan bahsediyorum. Elinde başka hiçbir alanın olmamasından bahsediyorum.
Başka dünyalar
Ankara Pursaklarda büyümüş beş çocuklu Müslüman bir ailenin çocuğu olduğunuzu düşünün. Babanız asgari ücretle çalışıyor. Anneniz evde. Mahalledeki İmam Hatip okuluna mahkum edilmişsiniz. Ebeveynlerinizin ikisi de kendininkilerden ne gördüyse sizi de o şekilde yetiştiriyor. Çünkü ufku o kadar.
Bir tarafta kendi yaşadığınız dünya var. Ortamın, ailenizin size sağladığı bir dünya. Diğer tarafta ise içinde bulunmadığınız ve size çok uzak olan bir dünya. Filmlerde, haberlerde, reklamlarda gördüğünüz bambaşka bir dünya. Refah içinde yaşayan insanların dünyası.
Oraya ait olmadığınızı ve aslında içten içe asla olmayacağınızı biliyorsunuz. İşte böyle bir dışarıda hissetmekten bahsediyorum.
Sonra bir gün biri geliyor ve sizden ve sizin gibilerden bahsediyor. Güç olacağınızdan bahsediyor. Yönetimde olacağınızdan yani azınlık olmaktan kurtulacağınızdan bahsediyor. Alın işte aidiyet duygusu. Dışlanmanın karşılığında güvende olma duygusu. AKP seçmeninin yaptığı cehalet değil aslında; her bir seçmeninkiyle aynı refleks.
Oy pusulasını elinize aldığınızda “Benim gibi başkaları da var ve biz şimdi hep birlikte aynı kutunun içine mühürü basıyoruz.”. AKP’yi bu noktaya getiren şey bu, bu noktada tutan ise insanlığın güçlünün ve otoritenin arkasından gitme dürtüsü.
Dr. Milgram’ın araştırması
Yale Üniversitesi’nde psikolog olan Dr. Milgram 1961 tarihinde yaptığı meşhur deneyi, insanların çok büyük bir kısmının (katılımcıların %65’i) karşısındaki bir bireye yalnızca otorite yap dediği için 450 volt elektrik verdiğini göstermiştir. Bu süre zarfında katılımcılar terleme, gülme gibi stres ve sinir bozukluğu belirtileri gösterseler bile deneyi sonuna kadar götürmüş ve 450 volta çıkmışlardır (Bu doz elektrik bir insan için ölümcüldür ve katılımcıların hepsine bu bilgi verilmiştir.).
Şimdi Milgram’ın vardığı sonuç üzerinden bir kez daha düşünelim. On yıldan fazla süredir ülkeyi yöneten bir güç var. Hiyerarşinin en başı, otoritenin kendisi. Ve ülkenin %45-50’si onun arkasından gidiyor…
Elbette mesele yalnızca bunlardan ibaret değil. Daha bahsedilebilecek onlarca konu var: Gelir düzeyi, eğitim durumu, eğitim sisteminin kendisi, dinin etkisi, hitap yeteneği vb. Ancak içinde bulunduğumuz noktada en önemli olanın yukarıda bahsettiğim iki konu olduğunu düşünüyorum.
Otoriteye itaat eden, ona baş da kaldırıyor
Dünya tarihine baktığımızda otoriteye itaat kadar ona karşı gelen büyük direnişleri de görüyoruz. Otoriteye itaat eden insanlık aynı zamanda ona baş da kaldırıyor. Ama bunu hep kolektif bir toplam için de yapıyor (elbet de tek başına önden giden liderler var ancak onları da güçlü kılan ve devam ettirenin yanındaki insanlar olduğunu unutmayalım).
Çünkü bir birey var olan düzene, kurallara ya da otoriteye tek başına ses çıkartmaktan korkabilir, düzene entegre olduğunda ortaya çıkan acılı sonuçlardan kendini sorumlu tutmamayı başarabilir ancak bir grup içinde olduğunda karşı koymak çok daha kolay olacaktır.
Kenetlenmek
Gezi Direnişi sürecinden bunu çok daha iyi anlamak mümkün. O dönemde sokağa çıkanlarımız polis barikatının karşısında nasıl bir cesaretle durduklarını hatırlarlar. Peki kaçımız aynı hareketi tek başınayken yapabilir ya da yapar? Ya da okul zamanınızda size haksızlık yaptığını düşündüğünüz bir öğretmeninizin karşısına tek başınıza mı geçmek daha kolaydır yoksa 4 arkadaşınızla birlikte mi? İşte bu yüzden birbirimize kenetlenmemiz önemli. Dağılmamamız, birlikte hareket etmemiz yani grup olmamız önemli.
Ötekileştirici dil kullanmaktan kaçınmak
Diğer konuya gelince sanırım mesele söylemlerde bitiyor. Gerçeği yalın bir şekilde ortaya koymak ve daha da dışlayıcı ve ötekileştirici bir dil kullanmamak. Çünkü bu gruplar arasındaki ayrımı derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Yanlış anlaşılmasından çekindiğim bir konu amacımın sempati uyandırmak olarak algılanması. Amacım kesinlikle bu değil. Ben yalnızca, mücadeleyi devam ettirebilmek ve kazanım elde edebilmek adına bireyi ve içinde yaşadığımız toplumu iyi anlamamız gerektiğini düşünüyorum.