‘Sevdiğin işi yapmalısın’ düşüncesi modern çağın kendini gizlemeyi en iyi şekilde başarmış, sömürü kapılarını sonuna kadar açan sinsi bir aracıdır.
Çoğu zaman coşkulu bir ifadenin arkasına saklanmış bir ‘gerçek’ vardır ve onu göremeyiz. Kelimelerin büyüsüne kapılır gideriz. Mesela birileri çıkar ve, “Sevdiğin işi yap!” der.
Bir an ‘başka bir diyara’ götürür bu kelimeler… “Sen önce sevdiğin işi yap gerisi gelir”. “Sevdiğin işi yaparsan hiç çalışmamış gibi olursun!”
Oysa sevdiğin işi yap dendiğinde benim aklıma, sevdiği iş uğruna reklam ajanslarında yok pahasına çalışanlar, hiçbir ücret almadan didinen stajyerler, kadroya girebilmek için üniversitenin işlerine koşan ve hâlâ ailesinden para alarak geçinmek zorunda bırakılan yüksek lisans-doktora öğrencileri, medyada, kültür, sanat ya da yaratıcılık gerektiren işlerde ‘kıt kanaat’ geçinerek hayalinin peşinde koşanlar, bir türlü evine gidecek vakti bulamayan dershane öğretmenleri geliyor!
Mesela İngiltere’de yapılan bir araştırma, profesyonel yazarların asgari ücretin altında gelirle hayatlarını sürdürmek zorunda kaldığını ortaya koydu. İngiliz Yazarlar Birliği, üyelerinin 2005’den 2014’e yüzde 40 gelir kaybı yaşadığını söylüyor. Benzer örnekleri her yerde görmek mümkün.
‘Sevdiğin işi yapmalısın’ düşüncesi modern çağın kendini gizlemeyi en iyi şekilde başarmış, sömürü kapılarını sonuna kadar açan sinsi bir aracı. Bir insanın kişisel ilgi alanına yönelik bir işi yapıyor olması niçin geçim sıkıntısı çekmesini normalleştirir? Ve bu aslında kimin yararınadır?
Çalışmanın hakkını vermemek, ‘sevilesi, zevkli’ olduğu düşünülen ya da ‘toplumda saygınlık’ getirdiği inanılan işleri yapanlara bir bedel olarak dayatılıyor. Hatta bu alanlarda çalışanlara çok daha fazla iş yükünü de beraberinde getiriyor. Bir kültür-sanat atölyesinde karşılık almadan çalışan ‘stajyere’ veri tabanına ne kadar daha çok form girerse o kadar iyi bakılıyor.
10 yıl sonra ofisin başına geçmesi beklenen halkla ilişkiler yöneticisi nefes almadan çalışarak üç kişilik iş çıkarıyor. Doktora yapan akademisyen birlikte çalıştığı hocaların yapması gereken tüm araştırmaları tek başına hazırlıyor. Göze girmesi beklenen satış uzmanı, tedarikten tahsilata her işe girişmek durumunda kalıyor…
Geçtiğimiz günlerde, Amerika’da elden ele dolaşarak merak uyandıran bir analiz yayınlandı. Miya Tokumitsu, Slate adlı haber sitesindeki yazısında konuya açıklık getiriyor:
“Bu düşünce şekline göre (sevdiğin işi yapmak) çalışmak, belli bir ücret ya da karşılık için yapılan bir şey değil, bir sevgi eylemidir. Eğer bu eylem ardından kâr getirmiyorsa, muhtemelen çalışanın tutku ve kararlılığı yeterli değil demektir.
Bu yaklaşımın gerçek başarısı, çalışanları, emeklerinin pazara değil de kendilerine hizmet ettiğine inandırmasıdır. ‘Sevdiğin İşi Yap’ moral verici bir öneri gibi; bizi yapmaktan hoşlandığımız şeyler üzerine kafa yormaya ve bu işleri gelir getirici girişimlere çevirmeye itiyor. Fakat, zevklerimizi neden parasal çıkar güderek yaşamak zorundayız?”
‘Sevdiğin işi yap’ düşüncesinin diğer olumsuz etkisi ise, işlerin yürümesi için yapılması gereken operasyonel, tekdüze işleri yapan çalışanlar üzerinde oluyor. Tokumitsu’dan devam edelim:
Sevilmeyen işleri yapmak zorunda kalanlar için hikâye başka. ‘Sevdiğin İşi Yap’ inancı ile motivasyonsuz, sevmekten başka nedenlerle çalışanlar –yani çalışanların çoğu– yok sayılıyor. Steve Jobs’ın Stanford konuşmasında olduğu gibi (konuşmada, ‘neyi sevdiğini bulmak zorundasın,’ diyordu), sevilmeyen ama toplumsal olarak yapılması gereken işler de aklımızdan çıkarılıyor.
Geçenlerde kaldığım otelin odasından geç kalmış halde çıkmaya çalışırken, kapıdan içeri girmek üzere olan kat görevlisiyle karşılaştım. Birazdan, kısa süreli yaşadığım odada dokunmayacak yer bırakmayacaktı. Gözlerine bakarken, ona ‘sevdiğin işi yapmalısın’ dersem ne düşünür diye aklımdan geçirdim.
Ya restoranda hizmet verenler, havluları yıkayanlar, ütü yapanlar, araba getirenler, eşya taşıyanlar, sürekli ayakta duran güvenlik görevlileri, tüm gün mini barları ürünle dolduranlar… Onlara, eğer sevdiğiniz şeyi yaparsınız, yorulmazsınız, desem ne düşünürler sizce?
Muhtemelen mevcut işlerinin ne kadar da değersiz olduğunu, düşlediği gibi bir hayata ancak sevdiği şeylerden ‘para kazanmayı’ bilerek ulaşabileceğini. Oysa o otel için tüm bu işlerin olması ve birileri tarafından yapılması gerekiyordur.
Çalışma saatleri kısalmak yerine uzadı
Diğer tüm işlerde olduğu gibi. Keynes yıllar önce tahminde bulunarak, gelişen teknoloji ile insanların günde üç-dört saat çalışmasının yeterli olacağını söylemişti. Ancak işler öyle olmadı. Çalışma saatleri kısalmadı, hatta uzadı. Birçok farklı iş tanımı türedi. Şirketler, organizasyonlar büyüdü.
Bugün, işlerin yürümesi, şirketlerin varlığı için sürekli tekrardan oluşan, tekdüze, operasyonel binlerce işin birileri tarafından yapılması gerekiyor. Şirketinin varlığı için yapılması gereken birçok tekdüze ‘sıkıcı’ iş, ‘sevdiğin işi yap’ diyerek tavsiyelerde bulunan iş sahibinin görmezden geldiği insanlar tarafından yapılıyordur. Bu düşünceye göre, yoruluyorlarsa sevdiği işi bulmaları gerekir! Sevdiği işi bulabiliyorsa, o zaman da öncelikle düşük ücrete ses çıkarmamalılar, sonuçta sevdiği işi yapıyorlar!
ABD’li gazeteci ve News Junkie Post editörü Gilbert Mercier, geçtiğimiz haftalardaki bir yazısında günümüz dünyasını feodel sistemin yaşandığı Ortaçağ’a benzetiyordu. “Bugünle karşılaştırdığımızda bir serfin lorduyla ilişkisi, herhangi bir WalMart çalışanının Walton ailesiyle ilişkisiyle aynı,” derken pek de haksız sayılmaz.
Böylesi bir dünya yetmiyormuş gibi, hâlâ daha, kişilerin hayatlarının nasıl mutlu olacağı konusunda ahkâm kesen; kendisinin ya da en fazla küçük bir çalışan grubunun ‘mutluluğunu’ örnek gösteren ‘elitlerimiz’ vardır.
Bu oyunda ‘sevdiğin işi bulmalısın’ tuzağı, operasyonel-tekdüze işlerde çalışan çoğunluğa karşı önemli bir haksızlık doğurur: Mevcut işlerini değersizleştirme.
Kişisel zevkleri olan işleri yapanlar için ise haksızlık, sömürü düzeni ile kendini gösterir. Daha az sevilen işlerde çalışanlar, işlerini sevsin sevmesin yaptıkları çalışmanın karşılığını almalılar. Ücret ve sosyal haklar bakımından çalışmasının karşılığını alan insanlar, yaptığı işe aşık olsun olmasın; kendine, ailesine, ilgi alanlarına vakit ayırarak da mutlu olabilecektir.
Sevdiği işleri yapmaya gayret gösterenlerin ya da ‘sevimsiz’ denilen işleri yapan insanların, nasıl mutlu olacaklarını ‘parasızlıkla’ öğrenmeye ihtiyacı yok! İhtiyaç olan tek şey hak, hukuk gözeten, adil bir çalışma hayatının oluşturulması. (Fırat Devecioğlu, Yüzleşme, Mona Kitap, 2. Bölüm- S:97)
“Dünyadaki bütün kötülükler, birilerinin başkalarının iyiliği için hareket etme hakkını kendinde görmesiyle başlar.” Eric Hoffer