Bilindiği gibi, geçtiğimiz günlerde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Türkiye’yi ilgilendiren bir karar vermesi, hem Türkiye’nin hem de tüm hukuk dünyasının gündeminde önemli bir yer edinmiş durumdadır. Bu yazıda; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, HDP Eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş hakkında verdiği gerekçeli kararı, hukuki bir bakışla, ve objektif bir mercekle irdeleyeceğiz.
AİHM kararları Türkiye’yi bağlar mı?
Değerli okurlar, konuya başlamadan önce genel bir bilgi vermek, konunun anlaşılması açısından büyük bir önem taşımaktadır. Bilindiği gibi, AİHM’in kuruluşu ve işleyişine ilişkin temel düzenlemeler, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)” adıyla andığımız sözleşmede hüküm altına alınmıştır. Bu sözleşmeye, Türkiye de uzun yıllardır bir “taraf”tır, imzacıdır. Bu nedenle, söz konusu sözleşmenin doğurduğu sonuçların incelenmesinden önce belirtilmesi gereken, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın, uluslararası antlaşmalara ilişkin 90. maddesidir. Buna göre, “…usulüne göre yürürlüğe konmuş uluslararası antlaşmalar, KANUN hükmündedir.” (1)
Yani, Anayasa’nın açık hükmü uyarınca, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Türk hukuku için tıpkı bir kanun gibi hüküm ve sonuç doğurur.
Türkiye, 1949 yılında kurulan Avrupa Konseyi’ne kurucu üye olarak katılmış; daha sonra bu Konsey tarafından akdedilen AİHS’ye de imzasını koymuştur. Bu sözleşme, 1959 yılında, Avrupa Konseyi’ne bağlı olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni kurmuştur. Bu mahkeme için, AİHS’ye imza atan her devletin ulusal yargısı üzerinde bir “demokles kılıcı” tanımını kullanmamız mümkündür. Sözleşmenin 46. maddesi uyarınca, sözleşmenin tarafı olan her bir devletin iç hukuk sistemi, AİHM tarafından verilen “kesinleşmiş (itiraz kabul edilmeyen)” kararlara uygun davranmak yükümlülüğü altındadır.
AİHM’in verdiği karara karşı, ilgili devletin temyiz başvurusu yapma olanağı bulunmakla birlikte, karar artık “kesin” aşamaya gelmişse, yani temyiz başvurusu da ilgili devletin aleyhine reddedilmişse, sözleşmenin tarafı olan ilgili devletin, artık AİHM kararını uygulaması gerekmektedir.
Türk hukuku bağlamında bir değerlendirme yapacak olursak, bir Türk yerel mahkemesi tarafından verilen kararın, tüm iç hukuk yolları tüketildikten sonra AİHM’ye götürülmesi durumunda; AİHM, mahkemenin karar veya tutumunda bir insan hakları ihlali saptarsa, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir tazminat ödeme yükümlülüğü doğabildiği gibi, yargılamanın yenilenmesi, ya da yargılama aşamasında yargılama sürecine ilişkin olarak çeşitli değişiklikler yapılması da söz konusu olabilmektedir. (2)
Türkiye, AİHM’nin Demirtaş kararını uygulamazsa ne olur?
Ancak, bu noktada önemle ifade etmemiz gereken husus, AİHM’nin kararına uygun davranılmadığı zaman karşı karşıya kalınabilecek durumla ilgilidir. Şöyle ki, AİHS’nin 46. maddesinin devamında, AİHM’nin “kesinleşmiş” kararını bilerek ve isteyerek uygulamayan bir devletin; Avrupa Konseyi’ne bağlı Bakanlar Komitesi tarafından ihtar edildikten sonra, gerekli çoğunluk sağlanırsa durumu AİHM’ye bildireceğini belirtmektedir.
AİHM, Bakanlar Komitesi’nin bu tespitini doğrularsa, ne gibi önlemler alınacağını kararlaştırma yetkisi, yeniden Bakanlar Komitesi’ne ait olmaktadır. Bu komite, gerekli görür ve yeterli çoğunluğu sağlarsa, kararı uygulamayan devleti Avrupa Konseyi’nden ihraç dahi etme yetkisine sahiptir.
Son tahlilde, Türkiye’de Demirtaş’ın davasını görmüş olan ilgili yargı mercisinin, gerek “ahde vefa” ilkesi uyarınca ve gerekse “sözleşmenin 46. maddesinden doğan yükümlülüğün” bir gereği olarak söz konusu hükmü uygulaması; en azından yargılamayı yenilemesi bir gerekliliktir. Aksi durumda, uluslararası hukuk anlamında, Türkiye’nin onulmaz bir yara alması olasılık dahilindedir.
Ancak, Rıza Türmen‘in de açıklamasına katılarak, söz konusu “ihraç” olasılığının düşük olduğunu da kabul etmek gerekir. Ayrıca, Türkiye’nin ilgili karara karşı itiraz etme hakkının halen bulunduğunu, yani henüz kararın “kesinleşmiş” aşamaya gelmediğini de önemle hatırlatmak gerekmektedir.
Böylelikle, gerek Cumhurbaşkanı’nın, gerekse birtakım siyasi açıklama sahiplerinin, “bu karar bizi bağlamaz” şeklindeki açıklamalarının isabetsiz olduğunu; yukarıdaki açıklamalarımızla ortaya koymuş olduk. Şimdi, söz konusu kararın hukuksal irdelemesine geçelim.
AİHM, kararında Demirtaş’ı haklı buldu mu?
Belirtelim ki; Demirtaş ile ilgili olan karar, Demirtaş’ı büsbütün haklı bulmamaktadır. AİHM’ye yapılan başvuruda, “makul sürede yargılanmama”, “ön duruşma öncesinde tutukluluk ve gözaltı hali” gibi konular söz konusu edilmiştir. Nitekim; kararın kabataslak bir incelemesi yapıldığında, Demirtaş’ın temel olarak şu iddialarda bulunduğunu ve mahkemenin şu şekilde yanıt verdiğini görüyoruz:
Demirtaş, AİHM’e yaptığı başvuruda, yerel mahkemenin kendisi hakkındaki dava dosyasına erişiminin sorunlu olduğuna dair bir iddiada bulunmuştur. Ancak AİHM, bu konuda herhangi bir saptama yapamayarak, Demirtaş’ın iddiasını haksız bulmuştur.
Demirtaş, ön duruşma öncesinde tutuklanmasına itiraz etmiştir. Ancak AİHM, MAKUL ŞÜPHE OLDUĞU GEREKÇESİYLE, Demirtaş’ı haksız, yerel mahkemenin kararını haklı bulmuştur.
Ancak AİHM, ilk tutuklama için makul şüphenin olduğunu kabul etmiş olsa bile, sonraki süreç için tutuksuz yargılanmanın gerekli olduğunu karara bağlamıştır. Bu noktada, Türk yargısı için bir zorunluluk vardır: Demirtaş’ın yargılanma sürecini derhal sonuçlandırmak! (Zira, halen yargılaması sürmektedir. Davası henüz derdest aşamadadır; bununla birlikte, “tutuklu yargılanmaktadır.” AİHM’in de haksız bulduğu nokta burada yatmaktadır.)
AİHM’nin kararı doğru mudur?
Yani, aslında AİHM bazı noktalarda Türk yerel mahkemesinin iddia ve tutumunu haklı bulsa da, ilk tutuklamayı haklı ve makul bulmakla birlikte, Demirtaş’ın şu aşamada “tutuksuz yargılanması gerektiğini” belirtmiştir.
AİHM’nin, “ilk tutuklama hakkındaki” kararının doğruluğu, hukuksal anlamda su götürmezdir. Zira, gerek Selahattin Demirtaş ve gerekse Figen Yüksekdağ, 6-8 Ekim 2016 tarihlerinde yaşanan Kobani merkezli olaylar için, halkı sokağa inmeye ve “direnmeye” davet etmiştir. Bu eylemin, tutukluluk ve gözaltı hali için en azından makul şüphe oluşturduğu açıktır.
Aynı şekilde; AİHM’in söz konusu kararının son aşamasında, mevcut durumda tutuksuz yargılamanın gerçekleşmesi gerektiği belirtilmiştir. Bu kararının da isabetli olduğu düşünülebilir. Zira; Demirtaş’ın bu sebeple seçimlere katılmasının zorlaştırıldığı, bunun bir demokratik toplum düzeninde hukuka uygun saymanın pek de mümkün olmadığı açıktır. Bu noktada; AİHM’in kararının isabetli olduğunu söylemek gerekir.
Ayrıca belirtmeliyiz ki, söz konusu tutuklamalar, (4 Kasım 2016) OHAL dönemi sürmekteyken gerçekleştirilmiş olan tutuklamalardır. Demokratik bir hukuk devleti için, bir siyasi partinin iki eş genel başkanının OHAL süreci içerisinde ve OHAL’in getirdiği kolaylıklardan yararlanarak tutuklanılması, ve bu sürecin genel seçim döneminde de sürmesi, ne kadar “hoş” bir tablo olabilir?
Bağımsız Türk yargısının, konuyla ilgili olarak nasıl bir tutum takınacağını bekleyip göreceğiz.
Kaynaklar:
- GÖZLER, Kemal, Türk Anayasa Hukuku Dersleri, Ekin Yayınevi, 20. Baskı, 2016, sf. 279.
- AYBAY, Rona, Uluslararası Antlaşmaların Türk Hukukundaki Yeri, TBB Dergisi, Sayı 70, 2007, sf. 209.