Türkiye’de cinsel suçlarda idam cezası uygulanabilir mi? Cezaların ağırlığı artınca suç işleme oranları düşer mi? Dünyadaki örnekler nasıl?
Türkiye’de o kadar çok cinsel suç işlendi ki, bir süre toplumuzun tek gündemi, yaygın adıyla “tacizler” ve “tecavüzler” oldu. Öyle sanıyorum ki bu konu, özellikle yaşanan acı olaylardan sonra, Türk toplumunun “bam teli” haline gelmiş durumda. Bu haberler medyada duyulur duyulmaz herkesin ağzından aşağı yukarı aynı kelimeler dökülüyor: “İdam cezası uygulanmalı.”
İdam cezasının uygulanması gerektiğini düşünenlerin amaçlarının gayet saf bir temele dayandığını da belirtmemiz gerekir. Zira toplumumuzun kendi vicdanında kurduğu mahkeme için, “namus” kavramından daha kutsal hiçbir kavram, ondan daha kıymetli hiçbir değer yoktur.
Söz konusu “namus” ise, cezaların en ağırı uygulanmalı, af denen duyguya asla yer verilmemeli; fail, gerekiyorsa doğduğuna pişman edilmelidir. Aslında bu düşünceler, “cezalar ne kadar ağır olursa, suç işleme oranı da o kadar düşecektir” anlayışının doğal bir sonucudur.
Peki, gerçekten cinsel suçun failine cezaların en ağırı uygulansa, cinsel suçlar sona erecek midir? Cezaların ağır olması, gerçekten de bir olumlu sonuç verecek midir?
Bu soruların cevaplarının verilebilmesi için, öncelikle Türk Ceza Kanunu’na göre “cinsel suçlar” kavramını açıklamamız gerekir.
Türk Ceza Kanunu’nda cinsel suç tanımı
Değerli okurlar, “cinsel suç” kavramının içerisine hangi eylemlerin girdiği, yazımızın anlaşılması açısından yadsınamaz bir öneme sahiptir. Bu nedenle okuyucuyu sıkacak ayrıntılara değinmeden, cinsel suç kavramının hukuki düzenlemelerini ele alacağız.
Cinsel suç, TCK’da dört başlığa ayrılarak incelenir:
- Cinsel Saldırı: 18 yaşını doldurmuş kadın ya da erkeğe çeşitli cinsel amaçlı olarak, vücuda organ veya sair bir cisim sokulması veya mağdura karşı cinsel bir temasta bulunulması anlamına gelir. (TCK md.102)
- Cinsel İstismar: 15 yaşını doldurmamış, veya doldurmuş olsa bile yaşının getirmesi gerektiği akli olgunluğa erişememiş çocuklara yöneltilen cinsel amaçlı eylemler, mağdur çocuğun vücuduna organ veya sair bir cisim sokulması veya cinsel temaslarda bulunulması anlamına gelir. (TCK md. 103)
- Cinsel Taciz: Bunlar, failin mağdura dokunmadan işlediği suçlardır. Şöyle ki; taciz suçunda fail mağdura laf atabilir, sözleriyle cinsel mesajlar verebilir, organ gösterebilir… Eğer mağdurun vücuduna, cinsel amaçlı olarak herhangi bir temas olursa, söz konusu eylem artık taciz suçu olmaktan çıkıp, mağdurun yaşına göre cinsel saldırı ya da cinsel istismar suçuna dönüşür. (TCK md. 105)
- Reşit Olmayanla Cinsel İlişki: 15-18 yaş aralığındaki çocukla girilen cinsel ilişkidir. Bu suçtan dolayı failin cezalandırılması, mağdurun şikayetine bağlıdır. (TCK md. 104)
Buradan, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Hukuk Fakültesi‘nde görev yapan, aynı zamanda hocam olan Dr. Öğr. Üyesi Namık Kemal Topçu‘nun şu çıkarımını yapmamak elde değildir:
“Cinsel saldırı ve cinsel istismar suçları mağdura dokunarak, cinsel taciz ise mağdurda dokunmayarak işlenen cinsel suçlardır.”
Cezaların ağırlığı arttıkça, suç işleme oranları düşüyor mu?
Cinsel suçlar kavramından nelerin anlaşılması gerektiğine değindiğimize göre, “cezalar arttıkça, suç işleme oranı düşer” anlayışını irdelemeye devam edebiliriz.
Yazımızın başında da ifade ettiğimiz gibi, toplumumuz -haklı olarak- herhangi bir cinsel suç meydana geldiğinde, bu suçun failine cezaların en ağırının verilmesi için gerekli her tülü fiili ve vicdani propagandayı yapıyor. Çoğunluğa göre, bu suçların failleri derhal idam edilmeli, en acı verici şekilde çeşitli hadım ve hatta işkence teknikleriyle cezalandırılmalı…
Bu düşünceye sahip olanları anlamak için bir ceza hukukçusu olmaya gerek yoktur. Anlayışla karşılanabilecek bir kızgınlık ve duygusallık eseri olarak dile getirilen bu düşünceler, aslında insanlığın var oluşundan bu yana düşünülmekte olan şeydir: Cezaların ağırlığı artarsa suç oranı azalır.
Ünlü düşünür J.J. Rousseau’ya göre suçu azaltan şey; cezanın miktarı veya ağırlığı değil, uygulanırlığı ve istikrarıdır. Yani, bir suç için öngörülmüş olan yeterli ve uygun olan cezanın, sürekli ve istisnasız olarak herkese aynı şekilde uygulanmasının suç oranını düşüreceğini belirtilmektedir.
Rousseau’nun bu teoreminin haklılığını, oldukça ağır cezalar uygulamakta olan devletlerdeki suç ve suçluluk oranlarına dikkatlice baktığımız zaman görmemiz mümkündür.
Teoremin doğruluğunu, şu iki devleti inceleyerek ispatlamaya çalışalım: ABD ve Finlandiya. ABD federal ceza hukuku, bugün dünyadaki en ağır cezaları barındıran hukuk sistemlerinden biridir. Kolluk güçlerinin kaba kuvvet kullanma yetkisi yer yer “zulüm” derecesine varacak kadar genişlemektedir.
Üstelik ABD ceza hukuku, idam cezasının fiilen uygulandığı bir hukuktur. Ancak tüm bu ağır ceza uygulamalarına, hatta idam cezalarına rağmen, dünyada suç oranının en yaygın ve yüksek olduğu devlet yine ABD’nin ta kendisidir! Uyuşturucu satışının ve tüketiminin rekoru kendilerindedir. Bireysel silahlanmanın bir neticesi olarak, yer yer insan hayatının değeri sıfır noktasına kadar düşmektedir. ABD’nin cinsel suçlar hakkındaki karnesi de sınıfta kalmaktadır!
Ümanizm ilkesi nedir?
Durum böyleyken, ele alacağımız diğer ülke olan Finlandiya’da durum nasıldır? Finlandiya ceza hukuku, tıpkı Türkiye’nin de dahil olduğu diğer Avrupa devletleri gibi “ümanizm” adlı ilkeyi hayata geçirmektedir.
Ümanizm ilkesine göre, ceza hukukunun amacı sadece faili işlediği suçtan ötürü cezalandırmak değil, aynı zamanda “topluma geri kazandırmak, toplum için zararlı bir birey olmaktan çıkarmak”tır . Bu nedenle; suçluların idam edilmesi, dövülmesi, vücut bütünlüğüne yönelik bir cezalandırma metoduna başvurulması ya da ibret etkisi yaratacağı ve böylece suç oranının düşeceği kanısıyla cezaların gereğinden ağır olması suç oranını düşürmemekte, en iyi ihtimalle oranın sabit kalmasına neden olmaktadır.
Bu bağlamda, örnek olarak seçtiğimiz Finlandiya gibi diğer Avrupa ülkelerinde de, (kanun koyucu tarafından gerekli görülen durumlar dışında) cezaları artırmak yerine suç işlenmesini engelleyici etkenleri güçlendirdiğini, toplumun suça karşı korunmaya ve eğitilmeye çalışıldığını görüyoruz. Bu konuda Avrupa’nın, ABD’ye göre çok daha iyi bir başarı elde ettiğini söylememek, başlı başına bir saflık olur.
Ceza kanunlarının amacı, suçluyu topluma “geri kazandırmaktır”
Sözün özü, meşhur bir diyemle “sürekli suç işlenen karanlık bir sokağa polis dikmektense ya da kanunu değiştirerek cezaları sürekli olarak artırmaktansa, o sokağı aydınlatmak suçun sona erdirilmesi için yeterlidir.”
Cezaların ağırlığının artmasına paralel olarak suç oranının da düşeceğine kanaat getirmiş olanların, şu hususu gözden kaçırmaması gerekmektedir: Hiç kimse, bir suç işlemeden önce kanuna bakmaz. Yani fail çoğu kez, suçu işlemeden önce işleyeceği suçun cezasının ne oluğunun dahi bilincinde değildir. Uygulamada genellikle bir anlık kızgınlığın, gafletin veya ihtirasi duyguların faile suç işlettirdiği görülür. Yani fail, işleyeceği suçun cezasının ne olduğunu bilmemektedir ki, cezanın miktarı tam anlamıyla caydırıcı olabilsin.
Bu durumda, cezaların çok ağır olmasının, ya da idam cezasının fiilen uygulanmasının dahi, bilinçsizce hareket eden faili söz konusu suçu işlemekten geri döndüreceğini söylemek hayalcilikten öteye gitmeyecektir. Eğer hukukun suçun oluşmaması için gösterilen her türden çabasına rağmen suç yine de oluşursa, işte o zaman devreye ümanizm ilkesi girecektir. Yani fail, hem işlediği suçtan ötürü uygun ve yerinde bir ceza ile cezalandırılacak, hem de bu esnada topluma geri kazandırılacaktır.
Öyle sanıyorum ki bu seçenek, seçeneklerin arasındaki en akla ve hakkaniyete uygun seçenektir.