Kalabalıkların, müziğin, gösterişin, kadınların, adamların, markaların, güçlülerin içinde kaybolmak zayıfların işidir, yalnızların değil.
Geçtiğimiz yıllarda, dünyada çok ses getiren bir kitap yayınlandı. Yazar Bronnie Ware, “Ölmek üzere olanların en yaygın 5 pişmanlığı” adlı çalışmasında, sayılı günleri kalan hastalarla bir dizi röportaj gerçekleştiriyor ve yaşamlarındaki en büyük pişmanlıklarını soruyor. Ölüm ile burun burana olan bu insanların, pişmanlık konusundaki ortak cevabı ise şöyle:
“Başkalarının benden bekledikleri yerine keşke kendi istediğim hayatı yaşayacak cesaretim olsaydı.”
Oysa bizler, etrafımızdaki insanların, ‘kendi hesabına’ çalışmasından ya da sürekli ‘kendini düşünmesinden’ dert yanarız!
Kendi menfaatinin peşinde, her şeyi kendine yontan insanlarla doludur sokaklar. Ancak diğer yandan yaş aldıkça ‘keşke kendim için yaşasaydım’ diyen insanlar kendini gösterir…
Peki türümüzün son örnekleri bizler, gerçekten de düşündüğümüz kadar bencil insanlar mıyız?
Yani kendimiz için mi yoksa başkaları için mi yaşarız?
Mesela edebiyatta bir efsane olarak kabul edilen George Orwell, bir denemesinde şöyle der; ”İnsanların çoğu fazla bencil sayılmaz. Çoğu özellikle otuz yaşından sonra birey olma hissinden vazgeçip daha ziyade başkaları için yaşamaya başlıyor.”
Aldatan modern zaman, ‘kendi hesabına’ çalıştığını düşünen bizleri bir konuda ikna ederek aldatır; bu, birçok insanın temel uğraşı haline gelen, kendi değerini dış dünyada, başkalarının gözünde aramaktır.
Her ne kadar bencilce davransa da, türümüz, kendinden en uzak olduğu bir zamanın içinde yürüyor…
‘Kendi hesabına’ çalıştığını düşünen modern zaman insanı, kendini, başkalarının gözünde değerli olmaya adamaktan geri durmuyor.
“Kendi istemini kendi belirleyen ve her türden boyun eğmeyi reddeden herkes benim dengimdir.” Friedrich Nietzsche’nin bu sözü ile bahsettiği denklik çıtasından, yıllar ilerledikçe uzaklaşıyoruz.
Kendine yetecek bir dünyaya sahip olması gereken biz insanlar, kendini başkalarının gözünde ispatlamaya çalışan ergen çocuk halimizden kurtulamayız. Bu, denizde ailesine yüzdüğünü göstermeye çalışan ancak ayaklarının yere bastığı gözüken çocuğun gayretine benzer… Görünür olma çabası içinde yolunu kaybeder, dikkat çekebilmek için kıvranır, toplumun saçma hiyerarşisinde yer almaya uğraşırız.
Çağımızın insan ruhu, ait olmadığı yarışlara sürüklenir.
‘Birey olma hissinden’ vazgeçen, sürüye ait insan, arzularının peşinde (güç, hırs, bilinirlik v.s) karanlıklara karışıp yok olacaktır. Sonuçta, kendi varlığını, var olduğu gibi inşa edebilme serüveninden yoksun kalanların bu yetersizliğini; bencilce kazanılmış hiçbir menfaat karşılayamaz. Montaigne, ünlü ‘Denemeler’ kitabından bir bölümde şöyle diyor:
“Aşırı benciller (kendini bencil sananlar) kendilerini üstünkörü bilenlerdir. Onlara göre kendi kendisiyle başbaşa kalmak, ruhunu zenginleştirmeye, kendini adam etmeye çalışmak boş hayaller kurmaktır. Sanki kendimiz bizden ayrı, bize yabancı biriymiş gibi.”
Kendi menfaatini kovaladığını düşünen, daha fazlasını kendine isteyen, yaygın insan modeli, esasen diğerlerinin, ona baktığında görmesini istediği şeylerin peşinde koşar durur. Güçlü görünmek, insanları etkileme gayreti, fark edilir olmak, kendi varlığını başkalarının verdikleri değerde inşa etmek ve tüm bunları hayatın merkezine almak, insanın kendine ait dünyasının yetersizliğine işaret eder. Kendine yeterli dünyası olmayanlar, başka dünyalara koşarak, kendini tamamlamaya çalışır. Oralarda da, çemberin dışında hisseder, ait olamaz.
Değerini başkasının gözünde arayanlar, varlığının benzersiz önemini unutur. Bencilce menfaatini, mutluluğunu kovaladığını sananların çoğu, başkalarının hikayelerinde kendi önemini arayanlarımızdır. Kalabalıkların, müziğin, gösterişin, kadınların, adamların, markaların, güçlülerin içinde kaybolmak zayıfların işidir, yalnızların değil.
Temsilcileri arasında Kafka, Sartre, Albert Camus gibi isimleri sayabileceğimiz ‘var oluşçu’ düşünce, insanın tamamen özgür olması gerektiğinden bahseder. Nietche “Her insan, tarihte eşi bir daha tekrarlanmayacak biricik harikadır.” derken tam da bu anlayışı tanımlar; her insan önce var olur (dünyaya gelir) sonrasında kendi özünü seçer…
Öz seçiminde, hırsını, egosunu ya da başkalarını (onların gözünde güçlü, bilinir olma) düşünce merkezine alan biri, özgürlüğünü kendi boşluğunda çoktan kaybetmiştir.
Modern insan, bencilce kendine hizmet ettiğini düşünse de, kendinden ve ‘kendi kitabında’ yazanları okuyacak derinlikten mahrum kalır. Ona bakıp bencil olduğunu düşünenler, sürüler içinde boğulup giden biri olduğunu göremeyebilir. Ama o, kaybolmuştur.
İnsanın özgürleşebilmesi, başka yerlerde kendini arama veya kendini kanıtlamaktan ziyade, sadece ona ait bir bir alanı oluşturabilmesi ile başlıyor. Bencillikten, ‘yapmak için yapma’lardan, arzularından, kendi değerini ‘başkalarını’ düşüncelerinde aramaktan sıyrılabilen insan, sürülerden kendini kopartabilecek ve kendi varlığını, özünü inşa ederek öz tatminini bulacaktır.
“Özgürleşememe, kendini inşa edememe…”
Bu önemli meselelerdeki yokluk, yakın ilişkilerde ‘ötekisiz yapamama’ sendromuna neden olabilir. Amerikalı ünlü şair ve yazar Sylvia Plath, yine bir şair olan Ted Hughes ile evlenir. Büyük bir aşk yaşar. Plath öldükten sonra ortaya çıkan günlüklerinde eşinden bahsederken kullandığı birkaç ifade şöyledir.
“Ted, biricik kurtarıcım…”
“Onunla yaşamak hiç bitmeyen bir hikâye dinlemek gibi; karşıma çıkan en büyük yaratıcı zekâ onunki. O kafanın içinde giderek büyüyen âlemlerde sonsuza dek yaşarım”
Ünlü filozof Sylvia Plath, eşine karşı öylesine bir bağımlılık oluşturmuştur ki, kendi varlığının önemini ıskalamaktadır. Her şeyden önemli tek varlık eşi Ted’dir. Onun sayesinde yaşadığını hissetmektedir. Ancak eşini tapılası biri olarak gören Plath, evliliğinde yaşadığı sorunlarla birlikte büyük bir düş kırıklığına uğrar. Aldatıldığını öğrendiğinde ise dünya başına yıkılır. Başkasında inşa ettiği varlığı, gözleri önünden yıkılıp gitmektedir. Kendini unutması, ayrı bir dünya ya da birey olarak var olmayı ıskalaması, onun bir şair olarak üretim verememesine neden olur. Tüm bunlara dayanamayan Sylvia Plath henüz 30 yaşında intihar eder.
Kişinin kendine yeten dünyasında, kendine yönelerek bir ‘birey’ olarak yaşayabilmesi, bir başkasının davranışlarına göre hayat bulma eksikliğinden onu kurtaracaktır. Böylece sahip olduğu değerlerle, ‘ben’ i yaşayabilir. Ancak kendi değerini başkalarının gözünde aramak, etrafındaki kalabalık arttıkça yaşadığını düşünmek ve belki de ‘bencilce’ gözüken davranışlarla bunu sağlamaya çalışmak, sonsuz nafile bir çaba olmaya devam edecektir. Bu, içindeki boşlukları doldurmaya çalışan, bunu yaptıkça kendinden uzaklaşan, uzaklaştıkça boşlukları büyüyen insanı işaret eder.