1872 yılında Jules Verne’nin yazdığı klasikleşmiş macera romanı 80 Günde Devr-i Alem, günümüz İstanbulu’nda her gün yaşanıyor. Ufak bir farkla… Metrobüs içinde geçen “80 dakikada devr-i İstanbul” ile. İstanbul’u bir uçtan bir uca geçen bir taşıt içinde yaşananlar 146 yıl sonra o romanın günümüze uyarlanmış hali gibi.
Bu taşıt öyle bir taşıt ki tam bir çelişkiler yumağı. Bir yanıyla insana çağdaşlığın en temel özelliği olan “dakik olma” imkanını sunarken diğer yanıyla taşıdığı insanı içinde öğüten kendine özgü bir öğütme sistemi var. Belli saatler dışında kullanırsanız mutluluk veren ama sabah ve akşam saatlerinde tam bir miksere dönüşen ulaşım aracı.
Çalışma sistemi değişik; alışılmışın aksine trafiğin ters istikametinde ilerliyor, her kapıdan binilip inilebiliyor, turnikeden çıkmadığın sürece duraklar arasındaki ulaşım ücretsiz, parayı peşin alıyor erken inersen geri ödüyor. Belediyenin 24 saat esasına göre çalışan İstanbul’a özgü tek toplu taşıma aracı.
Böyle bir aracın haliyle kendine özgü bir seyahat raconu var. Tecrübe her işte olduğu gibi burada da prim yapıyor. Racona hakim olmayanlar yok olup gitme riskiyle karşı karşıya.
Nedir bu raconlar?
Oturma şansını artırmak için durağın sonunda bekleyip tercihini en sonda gelen metrobüsten yana kullanma hesapçılığıyla siyah olanlarının arka kapısından binerek oturma ihtimalini iki katına çıkarma gayretkeşliğini içinde barındıran şark kurnazlığı.
Cebinde akbili olan ama akbilin sağladığı seyahat özgürlüğünü metrobüs hattında hiç yaşamamış olan bir İstanbulluydum. Tıpkı her canlının ölümü tadacağı gibi her İstanbullunun da bir gün metrobüs gerçeğini tadacağından elbette haberdardım.
Nihayet o büyük gün gelip çattı. Bir nöbet bitimi sabahı hızlı adımlarla Altunizade’deki işyerimden çıktım. Metrobüs durağına vardığımda vaziyet ve manzara-i umumiye şöyleydi: Peron tam bir insan seli. Gönlünden geçtiği ölçüde değil önündekinin izin verdiği nispette ilerlenebiliyor.
Camlarında preslenmiş insan yüzü siluetlerinin olduğu metrobüsler duraksamadan yollarına devam ediyor ve durakta bekleyenler içeridekileri kaygısız gözlerle izliyor. Ters yönde çalışan metrobüsler ise bomboş. Görüntü, Auschwitz’e Yahudi taşıyan ve tek yöne dolu giden trenler gibi. Durak, çalışmanın özgürleştirdiğini sanan tutsak insanlarla dolu.
Bu ahval ve şerait içinde, haliyle panikledim. Nereden düştüyse aklıma, ters yöne bir durak giderek oradan binmek fikri düştü. Ters yöne giden bir metrobüse kendimi attım. Acıbadem’e gidip oradan bindiğim metrobüs Altunizade’ye vardığında ise durakta kimse kalmamıştı. Benim yokluğumda gelen boş bir metrobüsün durakta bekleyenleri alıp götüreceğini nereden bilebilirdim. Haliyle yapıştığı camdan yan gözle Boğaz manzarasını seyrede seyrede giden insanların doldurduğu metrobüsle Avrupa yakasına geçtim.
Nihayet Zincirlikuyu’ya vardığımda sokak kavgasından çıkmış gibiydim.
Otobüsten inince yakası kaymış ceketimi ve kravatımı düzelttim ve yeni bir metrobüse binmek üzere ürkek adımlarla ama dövülmüş demir olmuşluğuyla hareket peronuna ilerledim.
Otobüsün yanına varana kadar herhangi bir turnike yoktu. Akbilini okutamamış olmanın verdiği endişe ile tıklım tıklım ama hala kapısı açık bekleyen metrobüse yöneldim ve açık olan ön kapıda bulduğum iki ayaklık yere bindim. Ayaklarım girmişti ya gerisi önemli değildi, kafamı nasıl olsa sokardım.
Nitekim gördüğüm iki kel kafanın arasına kafamı uzattım. Akbilimi uzatıp “dıt” sesini duymamla boynunu çevirebilecek olanların yüzü bana doğru döndü. Bu arada tabii ki şoförünkü de.
Direksiyonunun üstüne eğilip kapıya sıkışmış olan bana;
“Sen nerden geliyosun ya?” dedi.
Senli benli tavrını umursamadım, umursayacak pozisyonda da değildim zaten. Soruyu;
“Kadıköy’den” dedim.
O da cevap vermeden, dudağını büküp başını salladı.
Metrobüs gerçekte bir toplu taşıma aracı değil, toplu yaşam tarzıdır. Ey metrobüslerin güzel yolcuları!.. Bedeniniz yek vücut, manzaranız daim olsun.