Çoğu filmini keyif alarak izlediğimiz, izlerken de takdir ettiğimiz, Türkiye sinemasının dört yapraklı yoncasının, yapraklarından birisi olan Hülya Koçyiğit’in iktidarlara karşı olan zaafını ve bir sanatçı olarak “iktidara yakınlık tutkusunu” üzülerek izliyoruz.
Sinemamızın en gerçekçi oyuncularından ve oyunlarında en samimi olanlarından birisi olduğuna ilişkin, klasik Türk filmleri müdavimi olan neredeyse herkes imzasını atar.
Hülya Koçyiğit’in siyasee ilişkin tutumu ve tavrı muhtemelen ideolojik falan değil. Çünkü böylesi bir birikime ve beceriye sahip de değil. Bunu konuşmalarının ideolojik veya kuramsal formasyon eksikliğinden kolayca anlamak mümkün.
Örneğin Fatma Girik de siyasete bulaştı. O da bir partiden belediye başkanlığı yaptı. Ama bakınız sorumluluk aldı. İddiasını kanıtlamaya girişti. Bedel ödemeye razı geldi. Örneğin “Sanatçılar yönetmeli” dedi. Ama Hülya Koçyiğit’in tutumu ve tavrı sanatçıların yönetmesi, sanatçıların etkin olması ve sanatçıların siyaseti veya toplumu estetize etmesi gibi bir çabası veya mücadelesi söz konusu değil. Siyaset ile ilişkisi daha çok ve doğrudan yararcılık üzerine kurgulanmış bir temelden hareket eder biçimde. Kişisel ve ailesel olması dışında başka bir amacı yok gibi duruyor.
Anımsayınız Hülya Koçyiğit, Turgut Özallı yılların, Anavatan Partisi egemenliği süreçlerinde de böyleydi. Bu önemli ve değerli sinema oyuncumuz nedendir bilinmez ama iktidarları, iktidarlar ile yakın olmayı seviyor.
Kimbilir bir başka nedeni de görünmeyince yok olacağını sanıyor. Çünkü gösteri toplumunda görünmezsen unutulursun. Unutulursan sıradan olursun. Bazıları için sıradan olmak yok olmak gibidir. Sıradan vatandaş olmaktan nefret ediyorlar. Nefret etmeseler de korkuyorlar. Oysa filmlerinin çoğu o insanların hikayelerinden oluşmaktadır.
Hülya Koçyiğit keşke gündelik siyasete hiç bu kadar yakın durmamış, bir şekilde bulaşmamış olsaydı. Ama bu memlekette iktidarlara yakın olmak, her zaman kazançlı olmak demektir. Bunları yaşayarak hepimizin öğrendiği ve çoğumuzun da muzdarip olduğu şeyler.
Ama yine de keşke diyoruz…
Çünkü oyunculuğunu izleyerek ve severek büyüdük. Keşke, Türkiye sinemasının dört yapraklı yoncasının, o şahane yapraklarından birisi olarak, tarihsel önemdeki ve değerindeki yerinde kalsaydı ve bununla yetinseydi.
Sonuçta eğer mesele var olma veya tatmin olma meselesi ise, bundan daha büyük bir varoluş ve tatmin, başka ne olabilir ki?
Bakınız en son, “Atatürk’ün beynine girip tüm düşüncelerini okumak isterdim” demiş… Ne güzel. Oysa düşünceleri okumak için beyne değil, kütüphanelere girilir. Bunu söylemek yerine Atatürk’ün bizzat kitaplarını okuyabilir, böylece beynine girmiş gibi olurdu.
Görüleceği üzere hala naif bir yanı da olan ve çoğumuzun üzülmesine neden olan gündelik siyasi ilişkiler ile gündem olması; onun belki de gerçek kimliğine dahil olan bir şey değil. Koçyiğit gerçekten de politik birisi değil. Keşke olsaydı. Belki bu anlamda da saygın bir yer edinebilirdi. Şimdi ise sanat ile edindiği saygınlığı, ne yazık ki gündelik siyasetin araçsallaştırdığı bir konumda geçmişini zımparalayarak, ışıltısını azaltıyor gibi.
Birçok kişinin eskinin o ışıltılı, parlak ve popüler yerini, değişen koşullar ve değişen düzen gereği yitirdiği ve bunun için de başka arayışlara girdiği bir gerçek. Hülya Koçyiğit de var olmanın, görünerek olacağını keşfeden; eskideki önemi ve değerliliğinin devam etmeyeceği sanrısıyla hareket edenlerden birisi olsa gerektir. Oysa çoğu zaman ve özellikle gerçek sanatçılar, geçmişteki varoluş biçimleriyle daha değerli olmaya devam ederler. Sözde değişime ayak uydurmak demek, her ne şekilde olursa olsun gündem olarak, görünür olmak değildir ki.
Özetle kent, kasaba ve köy filmlerimizin başarılı bulduğumuz ve büyük bir olasılıkla dönemsel atmosferin de bir gereği ve sonucu olarak üzerimizde iyiye ve doğruya ilişkin en fazla etki yaratan kadın oyuncularından birisi olan Hülya Koçyiğit, isterdik ki gönlümüzde, aklımızda kalan Hülya Koçyiğit olarak kalsaydı keşke. Ama o dört yapraklı yoncanın, popüler kültüre en teslim olan yaprağı olmayı seçti.
Ve galiba bunca yaşananlara bir açıdan da bakıldığında, Hülya Koçyiğit’in final sahnesi, Türkan Şoray gibi hala bir oyuncu olarak bir efsane olamamış olmanın, Fatma Girik gibi yırtıcı, ödün vermez ve kendine özgü bir kişilik ile anılıyor olamamış olmanın ve Filiz Akın gibi kentli bir burjuva duruşuyla görünmezliği ve tarihte yer aldığı gibi kalmayı tercih edememiş olmanın, kendince bir rol ve yol arayış olsa gerektir.