Hayata, ‘bitse de gitsek’ demeyin! Önce kendinize hizmet edin. Bizi para var etmiyor, parayı var eden biziz. An, gelmekle gitmek arasındadır… Ruh ile beden arasındaki şaşırtıcı denge…
Ruh ile beden arasındaki şaşırtıcı denge
Ruha hitap ediyor, enerjiyi dönüştürüyor… Fizyoterapist Esra Turgay sanılanın aksine, insan vücudunda karşılaştığı en büyük problemin ‘ruh’ olduğunu söylüyor. Ruh ile beden arasındaki şaşırtıcı denge…
Esra Turgay bu hayata insanlara dokunmak için gelmiş. Kelimenin gerçek anlamıyla dokunmaktan bahsediyorum hem de. Kendisi çok başarılı bir fizyoterapist. Daha doğrusu manuel terapist. İnsan vücudu, kas, sinir ve iskelet sistemi hakkında ayaklı bir ansiklopedi adeta.
Avusturya’da sıkı bir eğitimin ardından yedi sene boyunca iki ayrı uzmanla birlikte çalışmış. On binlerce insana şifa olmuş. Şifa kelimesini özellikle kullanıyorum çünkü etten kemikten oluşan insan vücudunu ‘tamir etmekten’ çok daha fazlasını yapıyor Esra Hanım. Ruha da hitap ediyor. Enerjiyi de dönüştürüyor.
Ben bu harika kadını kendi kelimeleri ile tanıyın istedim. O yüzden daha fazla araya girmeden sizleri Esra ile baş başa bırakıyorum..
Röportaj: Esra Turgay
Bugüne kadar haftada seksen hastadan yedi senede neredeyse otuz bin insana temas ettiniz. Bu kişilerde gözlemlediğiniz ortak bir problemden bahsedebilir miyiz?
İnsan vücudunda en sık karşılaştığım problem, ruh ile alakalı. Fiziksel bir mekanizma var işleyen beden dediğimiz, sonra süptil beden var; bir de yaşayan ruh dediğimiz esas varlık var. Eğer genelleme yapmamız gerekirse, bu mekanizmayı kullanma kabiliyetine sahip fakat kendisini böyle bir üçlemede görmediği için fizikselin dışında kalan kısımlarını tanımamış bir insan topluluğundan bahsedebiliriz.
Fiziksel işleyişin yerinde olması bir bakıma bu üçlemeyi anlamakla yani akılla bağlantılı yani?
Aklının kullanım kılavuzunu elinde tutan insanlar doğru kullanacaklardır bedenlerini tabii ki de.
Bedeni doğru kullanmak nedir?
Onun fonksiyonlarını bilmektir. Bedenin bizimle iletişim dili olan ağrıyı tanımlayabilmek ve kelimelerini analiz ederek bedene yardımcı olabilmektir. Bize hizmet eden kişinin maaşını, sosyal sigortasını, dinlenme zamanını ve hem ruhsal hem de fizikse konstantrasyonunu düzenli olarak sağlayabilmek gibi. Bedenimiz için de bunları gözetmemiz gerekir. Biz ona ne kadar yardımcı olursak o da bize o kadar fayda sağlar çünkü.
Mesela, başımız ağrıdığında ağrı kesici alıp ağrının altında yatan nedeni göz ardı ediyoruz genellikle. Halbuki ağrı kesici sadece semptomu ortadan kaldırır. Ağrının kaynağını araştırmazsak bedenimizi ve ihtiyaçlarını ertelemiş oluruz.
“Hayata, ‘bitse de gitsek’ demeyin!”
Ne tür bir farkındalık bize bu yolda yardımcı olur?
Öncelikle, bu sürenin sadece kendi yaşamımıza dair ve çok kıymetli olduğunu bilmemiz gerekir. Hayata gelirken bir bedel ödemediğimiz için yaşlılığa kadar fonksiyonlarımızı yitirmekten, elden ayaktan düşmekten korkmayız. Çoğunluk, bir hastalık vuku bulana kadar bedenlerini ve ihtiyaçlarını göz ardı ederek yaşıyor. Fakat önemli olan, hastalanmadan ya da bir problemle karşılaşmadan önlem alabilmek. Bunun için de insanın kendini dinlemesi ve tanıması gerekiyor doğal olarak.
Bu farkındalığa en çok ihtiyacı olan kesimi düşününce, 09.00-17.00 masa başında çalışan beyaz yakalı büyük şehir sakinleri geliyor aklıma. Hayatları kariyerleri etrafında şekillenen ve sürekli koşuşturan bir kitle var. Merak ediyorum, iş hayatı dengeli bir insan için çizdiğiniz ideal resimde nasıl bir yerde?
İş hayatındaki çalışma süresi, kendi kişisel gelişimizi de içeren birçok konuyu kapsayan bir zaman dilimi. O işten edindiğimiz bilgileri ruhsal ve bedensel alanımıza nasıl taşıyabiliriz? Üretkenliğimizi bir çıta daha nasıl yükseltebiliriz? Bunları düşünmemiz lazım. Dönüştüren, geliştiren ve üreten insanlar halinde olmalıyız. Şehirde yaşayan insanların birçoğu işte geçirdikleri bir güne ‘bitse de gitsek’ bakış açısıyla yaklaşıyor. Hâlbuki o bitse de gitsek dedikleri sekiz saatlik süre iş değil, ömürleri. Bu bakış açısıyla aslında hayata, ‘bitse de gitsek’ diyorlar.
İş hayatı diye bir ayrım yapmak yanlış mı yani?
Bir bakıma. İnsanlar genelikle hayatlarını iş ve özel olarak ikiye ayırıyor; aslında böyle bir durum yok. Her ikisi de aynı atmosfer içinde, aynı zaman diliminde var oluyor. İşten eve geldiğimizde kafamızdaki iş şalterini kapatmıyoruz. Yapabilen vardır mutlaka ama bu çok zor. Aynı şekilde işteyken de özel hayatımızla ilgili yansımaları tamamen kapatamıyoruz. İnsanlar genelde iş hayatıyla para kazanmayı ve bu parayla özel hayatlarında diledikleri yerlere varmayı hedefler.
Fakat bana göre iş hayatı dediğimiz şey, bir insanın dünya üzerinde geçirebileceği en iyi öğrenim sürecidir. Bu öğrenim sürecinde karşımızda çıkan bütün varlıklar bize çok iyi dersler verir, çok iyi mesajlar getirirler çünkü onlar bizim seçmediklerimizdir. Özel hayatımızda seçim hakkımız var ama iş dünyasında seçtiklerimizden çok, seçmediklerimizle irtibat halindeyiz. Zorluklarla başa çıkmanın en iyi yolu da bu derse iyi çalışmaktır.
Ruh ile beden arasındaki şaşırtıcı denge
“Önce kendinize hizmet edin”
Sizin zorluklarla başa çıkma konusunda en büyük yardımcınız nedir?
Anda kalmak! Esas varlık durumudur. Buradayım demektir. Ben de türlü türlü yaşam evrelerinden geçtim, bazı dönemlerde çok derin düştüm, ya da ortalamaya gelebilmek için çok çabaladım. Ama iki tane mesaj aldım bu evreler boyunca; bir tanesini paylaşmak istiyorum:
Yapım gereği hep bir şeylere koşturan ve verdikçe çoğalacağını zanneden bir insanken, “kendine hizmet başkalarına hizmettir” diye bir cümle okudum. Başlarda bana çok bencilce ve ters geldi fakat zamanla şunu fark ettim: Tıpkı uçaktaki gibi yaşamda da ‘ramak kala’ pozisyonlar vardır. Ölümle burun buruna geldiğimizi ve bunları ifade eden yumuşak bir tabiri hatırlayın: “Tehlike anında önce kendi oksijen maskenizi sonra çocuğunuzun maskesini takın.” Bu cümle, aldığım o mesajı çok netleştirdi. Kendime hizmet ilk sırada olmalı çünkü ben eğer hayattaysam ve sağlıklıysam ancak diğerlerine faydalı olabilirim.
Kendinize nasıl hizmet ediyorsunuz peki?
Kendimi ruhsal ve bedensel olarak dinliyorum. Öncelikle onların ihtiyaçlarını dikkate alıyorum ki bunlar çok büyük çaba gerektirmiyor. Dengede kalarak ve yargılardan kurtularak hizmet ediyorum ki anda kalmak bunu beraberinde getiriyor zaten. Sadece hedeflediğim ve istediğim şeylere odaklanarak değil, hedeflemediğim fakat o anda bana sunulan şeyleri de görmeye çalışarak yaşıyorum.
Anda kalmak, ruhu dinlemek, yargılardan kurtulmak… Bunlardan ev temizlemek, kediyi beslemek, çöpü çıkarmak gibi rutin ve kolay işlermişçesine bahsediyorsunuz. Aslında her biri çalışma gerektiren büyük konseptler değil mi? Kişisel gelişimde pratiği olmayan bir kesim için bunları nasıl daha elle tutulur bir hale getirebiliriz?
Evet çoğu insan bunları mistik birer konsept gibi algılıyor. Halbuki anda kalmak dediğimiz şey nefes almak, buradayım, hayattayım demek.
Yapılabilecekler üzerinden gidersek peki, mesela günde 5-10 dakika ayırarak ne yaparsak bu alanda kendimize hizmet etmiş oluruz?
Düşüncelerinizi düzenleyebilirsiniz mesela. İç sesinize kulak verebilirsiniz. Kendi kendinizle konuşabilirsiniz. Bugün bir yerim ağrıyor mu? Bedenimin harekete mi dinlenmeye mi ihtiyacı var? Zihnimin bana sormak istediği bir şey var mı? Bu soruları kendinize sorabilirsiniz. Bir süre sonra cevapları almaya başlayacaksınız. Yalnızlığa da çaredir bu. Kendi kendimizin arkadaşı olabiliriz.
İnsanların son zamanlarda bu kadar derin bir yalnızlık çekmesinin sebebi de bu değil mi zaten? Bir kendinden kopukluk söz konusu…
Eh tabii, sistem bizi bu duruma ister istemez sokuyor. 24 saatlik günümüzün sekiz saatini iş yerinde önümüze konanı yaparak geçiririz. Bunun karşılığında 100 TL aldık diyelim. Memnun oluruz. Şimdi özel hayatımıza dönerek istediğimizi yapabiliriz deriz. Eve dönerken karnımız acıkır, markete girer ve yiyecek alırız. Sistem bu yiyecekler karşılığında 50 TL’mizi bizden geri alır. Marketten çıkınca karşıda bir butik görürüz. Vitrinde bir kazak çarpar gözümüze, kendimizi o kazağın içinde hayal ederiz. Sıcak ve güzel görünür bu hayal bize. Gerçek olsun isteriz ve kalan 50 TL’mizi vererek bu kazağı alırız. Günün sonunda ömrümüzün 8 saati bir torba yemek ve bir kazak için harcanmış olur. Ertesi gün aynı döngüye yeniden gireriz. Bu düzende insanların robotlaşmaları çok normal.
“Bizi para var etmiyor, parayı var eden biziz”
Evet, ama dağın başında tek başınıza bir hayat sürmüyorsanız bu sistem artık hayatımızın bir gerçeği değil mi? Toplumun parçası olmak için belli bir ölçüde içinde yer almak lazım. Sizce bu döngüyü kırmak mümkün mü?
Evet, bizler topluluk içinde yaşayan varlıklarız. Artık mağaralarda barınarak, hayvanları avlayarak hayatlarımızı idame ettirmiyoruz. Bu bakıma şanslıyız fakat unuttuğumuz bir şey var: Paranın insan icadı olduğu… Birçok insan param varsa yaşayabilirim düşünce kalıbına giriyor. Evlilikler, ilişkiler, arkadaşlıklar bozuluyor bu düşünce yapısında.
Ama düzen gerçekten de para ile dönmüyor mu?
Evet, para ile dönüyor fakat ihtiyacımız olan kadar parayı kazandıktan sonra şunun da bilincinde olmak lazım: birçok şey aslında para ödemeksizin sunuluyor bize. Bunların en başında gelen de nefesimiz. Hayattayız, buradayız, varız ve eğer ruhsal ve bedensel olarak bu anlamda dengedeysek parayı tekrar kazanabiliriz.
Bizi var eden para değildir. Parayı var eden biziz. Üretkenliğimizi bozmamamız ve kazandığımız paranın miktarı ile kısıtlanmamamız gerekir. Düşünceleri düzenlemekten kastım da bu aslında. Bir yerde bir kahve içtim ve bundan çok keyif aldım. Aldığım keyfin boyutu benim kahve için ödediğim bedeli ifade etmiyor.
Şu an durum tam tersi. İsmi olan bir kafeye gidip, keyif aldığı için değil, harcama gücünü konuşturup boy göstermek için kahve içenler çoğunlukta.
Aynen öyle! Halbuki ben kahvemi evimde hazırlayıp bir termosa koyup gidip kumsalda ayaklarıımı uzatarak da içebilirim. Kahveden alacağım keyfi kendim belirleyebilirim.
“An, gelmekle gitmek arasındadır”
Kesinlikle katılıyorum. Peki, herkesin yapması gereken bir şey var mı tavsiye edebileceğiniz daha kaliteli bir yaşam için? Okumaları gereken bir kitap mesela ya da bir egzersiz?
Kitap değil de, herkesin kesinlikle NLP (neuro linguistic programming) eğitimi alması gerektiğini düşünüyorum. Hatta bu eğitim okullarda beş yaşından itibaren verilmeli bence. Fitness salonuna gidip kas geliştirmek gibi beynimizin de kaslarının geliştirmemiz lazım. Bu şekilde dünyada çok daha fazla mutlu insan olurdu.
Son olarak vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Ah bu, en zor soru. O kadar fazla şey var ki… Yaşadığımız anın keyfini çıkarmak en önemlisi diye düşünüyorum. İnsanoğlu bir tek ölümle tanıştığı zaman durup düşünüyor. Bir tek ölüm durduruyor insanı, gerçekten de neyin önemli olduğunu sorgulatıyor. İnsanın sevdiklerine veda etmesinin gönlünde yarattığı yangını söndürecek birşey yok. Yaşam dediğimiz süre içinde iki tane net gerçek var: Biri, yaşam okyanusuna daldığımız yani doğduğumuz an. Diğeri de balık adam elbisemizi çıkarıp diğer boyuta geçtiğimiz durum.
Geliyoruz ve gidiyoruz. Gelmekle gitmek arasındaki noktadır an. Birçok felsefe sisteminde de böyle geçer, yaşam sadece bir nefes boyu uzundur derler. Şu ya da bu şekilde harcamamak gerekir. Bunun bilincinde olun isterim. Bu bilinçle de hareket ederken kendimizi tanımalıyız.
Çuvaldızı kendimize, iğneyi başkalarına batırmalıyız. Yani birini yargılarken önce kendini yargılamalısın. Sonra zaten kimseyi yargılayamıyorsun. İnsanın tek olmazsa olmazı kendini bilmek olmalı. “Kahve içmeden duramıyorum” diyorlar mesela. Durursun. Şunsuz yapamam, bunsuz olamam… Yaparsın da olursun da bunların hepsi izafi.