80’li ve 90’lı yıllar çok özeldi ama tekrarı mümkün değil. O yıllardaki çocukluğunuzu ve gençliğinizi hatırlayıp gülümsemek isterseniz, Onur Gökşen’in “Bizim de renkli televizyonumuz vardı” üçlemesini okumalısınız.
Sizin de renkli televizyonunuz var mıydı?
Eski Türkiye; ithalat serbestisiyle tanıştığımız yeni teknolojik ürünler, kapalı alanlarda sigara içilmesi, iş yerinde daktiloyla rapor yazmak, kazağı kotun içine sokmak, mahalle maçları, internet olmadan bir kızla tanışmanın zorluğu, yılbaşı gecelerin TRT’de Nesrin Topkapı’nın çıkması, Halit Kıvanç’ın maç yorumları, ailecek Parliament Pazar Gecesi Sineması ya da Dallas izlemek…
Ve o günlerin sembolik markaları; Pinokyo Bisiklet, Hey Dergisi, Murat 131, Commodore 64, Atari, VHS/Beta video kasetleri, ITT Schaub Lorenz TV…
Onur Gökşen’in birinci kitabı “Bizim de Renkli Televizyonumuz Vardı” ilk olarak 2010 yılında çıkmıştı. Yazarın kendi yaşamından derlediği kısa hikayelerden oluşan kitapta, o zamanın asabi baba, yaramaz kardeş, fedakar anne ve meraklı komşulardan oluşan 80’lerin aile hayatını ve tirajikomik çocukluk ve ergenlik deneyimlerini derlemiş, bu kitaba sığmayan hikayelerini de bir yıl sonra “Yedi Kere Sekiz” ismiyle yayınlamıştı.
Ot Dergisi yazarı da olan Gökşen daha sonra bir yeraltı romanı olmak üzere üç kitap daha yazdı. İndigo Dergisi olarak biz de yaklaşık iki yıl önce kendisiyle bir röportaj yapmış ve o zamana kadar çıkardığı bu beş kitabı konuşmuştuk.
Onur Gökşen kamusal iş hayatına son verdikten sonra 80ler ve 90ları anlattğı ilk iki kitabındaki hikayeleri tekrar elden geçirmiş, yeni hikayeler ekleyip tekrar yazmış. İletişim araçları üzerinden kurguladığı hikayelerinin anatım dilini de değiştirerek bir üçleme hazırlamış. Kitaplar İnkilap Yayınevi tarafından yayınlanıyor.
“Bizim de Renkli Televizyonumuz Vardı-Kesin Temassızlık var”, “Bizim de Videomuz vardı-Fazla Sıfır Beş Ucun Var mı?” ve “Bizim de Bilgisayarımız Vardı-Keşke Japon Olsaydım” isimli kitaplar bu hafta raflarda yerini alacak.
Zamanın popüler kültürünün terminolojisini çıkartan ve bugünkü alışkanlıklarımızın ve değer yargılarımız nereden geldiğini anlamak adına bir belge niteliği de taşıyan kitaplar o yıllara dair anlatılabilecek en samimi ve en keyifli hikayelerde oluşuyor. Aslında sadece o neslin gerçekten anlayabileceği ama okuyan herkesin tebessüm edeceği kitaplar, “Bizim de Renkli Televizyonumuz Vardı üçlemesi”.
Cem Yılmaz da böyle düşünüyor olacak ki kitapların arka kapağını yazmış:
“…Onur Gökşen’i samimi bir yazar olarak tanıyorum, belgesel niteliğinde, esprili, çabasız ve kaygılı hikâyeleri var. Bunları okurken artistik çabasını çok güzel gizliyor, hatta bunu fark etmiyorsunuz bile. Benim kanaatim, bu en güzeli.”
Röportaj: Onur Gökşen
Yazdığınız kitapları revize edip başka bir yayınevinden tekrar çıkartıyorsunuz. Sebebini öğrenebilir miyiz?
Onur Gökşen: Sebebi şu; aslında İnkilap Yayınevi’nden sadece hikaye kitabım çıkacaktı ancak yayınevi “çıkmışken bütün kitapların bizden çıksın” dediği için, tası tarağı toplayıp İnkilap’a geçtim. Tabii bu süreçte eski yayınevi Okuyan Us’a da bir teşekkür etmem gerekir. Bazı kitaplarımın haklarının devrolmasına 5-6 yıl, bazılarının ise bir iki yıl vardı, hiç zorluk çıkarmadılar, hatta önümü açtılar.
Nasıl değişiklikler yaptınız kitaplarınızda?
Onur Gökşen: Öncelikle beş kitap birarada çıkacaktı, ancak ben ilk iki kitabım “Bizim de Renkli Televizyonumuz vardı” ve “Yedik Kere Sekiz”i yayınevine teslim etmeden önce okuyup içime sinmediğim yerler olduğunu anladığımda nasıl bir girdabın içine kendi kendimi ittiğimin farkında değildim.
On yıl önce kendi yazdığım metinler bana yabancı geliyordu, şimdiki halimle aramda tek bir benzerlik bile yoktu. O kitaplarda amatör, heyecanlı bir yazar gördüm ama bunu bugünkü aklımla fazla sevmedim ve oturdum o iki kitaptan bir üçleme çıkardım. Tüm hikayeleri elden geçirdim, çoğunu baştan yazdım. birkaç yeni hikaye de ekledim aralarına ve kronolojik bir seri ortaya çıktı. İlk kitap “Bizim de Renkli Televizyonumuz Vardı” 70 ve 80’li yılları, ikincisi 80 ve 90’ları, son kitap ise 90’lı yılların sonunu, iş hayatını, internetin hayatımıza girdiği günleri ve New York’da kaldığım birkaç ayı anlatıyor.
On yıl önceki Onur Gökşen’in yazı ve anlatımı bugünkünden farklı mıydı?
Bayağı bir fark oluşmuş, ben de yazarken fark ettim. Yaşın getirdiği bir sakinlik çökmüş sanki üstüme. Üslubum biraz daha naif olmuş. On yıl geçti aradan, az buz zaman değil, bu on yılda yorulmuşum belki de. Bu yorgunluk da yazdıklarıma yansımış, fiziksel anlamda bir yorgunluktan bahsetmiyorum, biraz da nihilizme kayan bir davranış biçimi gibi.
Küfür ve argoyu da çıkartmışsınız, neden?
Onur Gökşen: Derdimi bu sefer de küfürsüz anlatmak istedim. Çünkü aradan geçen on yılda bu olgunluğa eriştiğimi düşünüyordum. Ayrıca bu kitap benim çocukluk ve gençlik dönemlerinden izler taşıyan -daha çok çocukluk- bir kitap, çocukluğuma küfür bulaştırmak istemedim ve galiba, bunu itiraf etmek zorundayım, birazcık da Pıtırcık serisine özendim diyebilirim. Çocukluğum Pıtırcık okumakla geçti, her karakteri ezbere bilirim, sanırım bu seriden sonra birkaç kitap daha olacak yine o günlerle ilgili. Öyle bir evren kurmak istiyorum bana ait, içinde sadece ailemin ve yakın arkadaşlarımın olduğu.
80’li ve 90’lı yıllar sizin için ne ifade ediyor?
Onur Gökşen: Çok şey ifade ediyor tabii. Nasıl etmesin, çocukluğum o yıllarda geçti. Türkiye’nin son mahalle çocuklarıydık bizler, belki bizden sonra bir beş altı yıl daha devam etmiştir. Şimdi sokaklara bakıyorum, bir tek çocuk yok. Kimse maç yapmıyor. Hiçbir çocuk eğlenmiyor, ya da başka eğlenceler peşinde. Annesinin babasının yanında doğum günü partisi yapıyor dışarda bir yerde. Eve arkadaşları çağırmak yok, spor sokaktan para verilen spor okullarına dönüştürüldü, tüm çocuklar hafta sonu haylazlık yapmak yerine, robot gibi basket kurslarına, futbol okullarına, cimnastiğe gidiyorlar.
İnternet kötülüğün yayılmasında başrolü oynadı, aileler bu haberlerden etkilendi ve ben dahil herkes çocuğunu cam bir fanusa kapadı. Bu neslin büyüdüğü zaman nasıl insanlar olacağını kestirmek çok güç. İşte o yıllar bana şimdiki halimi ifade ediyor aslında. Beni ben yapan günlerdi, sadece ben değil, bütün arkadaşlarım. Ama bundan otuz sene sonra bu ailelerin yetiştirdiği çocuklara içinde bulunduğumuz bu yıllar robot gibi yaşamayı ifade edecek, bu çok acıklı.
Okuyanlarda nasıl bir etki yaratır bu üçleme kitaplar sizce?
Onur Gökşen: Öncelikle komedi tabi, gülümseyecekler diye tahmin ediyorum. Sonra o günleri hatırlayacaklar ve biraz hüzünlenecekler. Zaten ikisini bir arada vermeye çalıştım elimden geldiğince. Çok seviyorum her komedinin içine gizlenmiş hüznü. Bunu Ricky Gervais çok güzel beceriyor. Gerçi Kara Komik filmlerinde Cem Yılmaz da hakkıyla gelmiş bu işin üstesinden.
Sizinkiler daha eğlenceli olsa da aslında bu çocukluk anılarına o yıllarda doğan herkes aşina. Hikayeleriniz aynı yaşlardaki herkeste nostalji yaratacak türde. O anıları hatırlamak bizim hayatımızı nasıl etkiler sizce? Bir şeyleri değiştirir mi?
Onur Gökşen: Hayır, benimkiler daha eğlenceli değildi, eğer insanın geçmişinde çok büyük ve trajik bir travma yoksa aşağı yukarı herkesin yaşadığı olaylardı bunlar. Önemli olan bunları hatırlayabilmek. Hayatınızı etkiler mi bilmiyorum, ama benim geçmişim geleceğimi şekillendirdi. Okuru biraz gülümsetebilip bazı yerlerde hüzünlendirebildiysem, geçmişimde iz bırakan herhangibir kişiyi bir an da olsa aklından geçirtebildiysem benim için yeterli bu.
Tüm detaylarıyla çocukluk hatıralarınızı hala hatırlayabilmenizin sırrı nedir? Günlük mü tutyordunuz?
Onur Gökşen: Günlük hiçbir zaman tutmadım ama hem kardeşim, hem de o yıllardaki arkadaşlarımla hiç ayrılmadık. Dolayısıyla ne zaman sohbet etsek konu döndü dolaştı o günlere geldi hep. Anılarımız canlı kaldı.
Gene aynı çocukluğu yaşamak ister miydiniz?
Onur Gökşen: Bin kere doğsam, bininde de Mert’in ağabeyi olmak isterdim. Zaten hikayelerde kendimi çok ön plana çıkartmıyorum. Mert o kadar baskın bir karakter ve o kadar özel bir çocuktu ki, onun ağabeyi olmak müthiş bir tecrübeydi. Birinin sorumluluğunu almanın ne demek olduğunu öğretti bana tüm yaşadıklarıyla.
“Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu”
“Keşke japon olsaydım”ın son hikayesinin ismi “Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu”. Çok manidar bir başlık.
Onur Gökşen: Tabii ki manidar. Çünkü artık çok sıkıldım, AKP’den ve onların insanlara dayatmaya çalıştığı hiçbir temeli olmayan “biz mağduruz” yalanlarından nefes alamıyorum. Sadece ben değil, kendi seçmenleri dahil bu böyle. Bir tepki olarak koydum hikayeye bu saçma ismi. Aslında “her şey çok güzel olacak” da diyebilirdim ama kitaplar sonuçta mizah kitabı, saçma sapan ve dikkat çekici olmayı aynı anda başarabilen bu cümle daha iyi olur diye düşündüm. Ve ayrıca tekrar ediyorum, çok sıkıldım, çok sıkıldık.
Herkesin ağzında ve aklında, benim eksigim ne? Evet; “her şey çok güzel olacak”.
Neden yazıyorsunuz Onur Bey?
Onur Gökşen: Geçen seneye kadar zevk içindi, bankadan istifa ettikten sonra geçinmek için.
Türkiye’de yazar olmak nasıl bir şey sizce?
Onur Gökşen: İkiye ayrılıyor Türkiye’de yazarlar. Elini taşın altına koyanlar ve kendi halindeki yazanlar. Yandaş yalakları yazardan saymıyorum. Ben kendi halinde bir yazarım. Çok popüler değilim, ama kendime has bir okur kitlem var. Onlarla iletişimim gayet iyi. Ama geçen sene çalıştığım bankadan istifa ettim. Şu an hedefim hayatımı yazar olarak sürdürmek, o yüzden satış rakamlarını biraz yukarı çekip öncelikle bu hedefime ulaşmalıyım, daha sonra yolumu tekrar gözden geçireceğim.
Stephen King ve Nihat Genç’e çok özenirim
İyi bir yazar olmak için ne gerekli sizce?
Onur Gökşen: Öncelikle bir yazara özenmek gerekli. En azından benim için. Ben Stephen King ve Nihat Genç’e çok özenirim. Hala da kaybolmuş değil bu hissim. Fakat aynı zamanda özgün olmak gerekli, yani öyle bir metin yazacaksınız ki, sadece siz anlayacaksınız kimi taklit ettiğinizi. Bir de gözlem gücü çok önemli. İnsanları tanımayan biri bence asla iyi bir yazar olamaz.
İnsanlar nasıl tanınır peki? Gözlem yapmak dışında.
Onur Gökşen: Kendini hayattan soyutlamayarak sanırım. Çünkü bazıları “aman beni üzecekler, aman sinirim bozulacak şimdi, aman kötü hissedeceğim” diye insanlarla ilişkilerini minimuma indiriyor. Bu biraz kendini koruma mekanizması olsa da, insanı hayattan koparıyor ve bir daha o çarkın içine girmekte daha isteksiz oluyor kişi. Ne kadar çok insan tanırsanız bir o kadar da ruh hastası tanırsınız. Sizi besler bu yazar olarak. Karakterlerinize derinlik katar. Sonuçta iş yine gözlem yapmaya çıkıyor.
Türkiye’de kitabı çok satan bir yazar olmak için ne yapmak gerek?
Onur Gökşen:Onu öğrendiğim an ben de yapacağım. Ama salak sulak, sulu sulu metinler yazıp çok satmaksa mesele, orada yokum.
Türkiye’deki okuyucu profilini nasıl görüyorsunuz?
Onur Gökşen: Benim okurlarım gayet düzgün insanlar, ama şimdi ismini vermeyeceğim iki “çok aşırı çok satan” yazarın -yazar da denemez de lafın gelişi- okur profili bana göre gerizekalı. Burada problem şu; kitaplarım çok satsın istiyorum ama aptallar okumasın istiyorum. Bilmiyorum bu problemi nasıl çözeceğim, herhalde birinden birine veda etmem lazım.
Sosyal Medya kullanımı kitap okuma alışkanlıklarımızı değiştirdi mi sizce?
Onur Gökşen: Evet, benim bile değiştirdi, artık roman okuyamıyorum mesela. Uzun geliyor sıkılıyorum. Twitter insanları kısa yazmaya kısa okumaya, hap bilgiye alıştırdı. İnstagram daha da kötüsünü yaptı, yazıyı ortadan kaldırdı, tamamen görsellik üzerine bir iletişim dili kuruldu. O yüzden ben de insanları fazla bunaltmayan kısa hikayeler yazmak istiyorum. Bu çağın gereği olduğu için değil, ben de bu çağın insanıyım, farklı davranamıyorum. Hem derdini bir hikayede anlatabiliyorsan, bu bence en iyisi.
E-kitaplar hakkında ne düşünüyorsunuz, ülkemizde tutar mı?
Onur Gökşen: Tutmaz, bizim ülkemizde böyle teknolojiler tutmaz. Bizim tabletle olan ilişkimiz kitap okumakla ilgili bir ilişki değil, okey oynamayı seviyoruz biz o tabletlerde.
İlerideki planlarınız?
Onur Gökşen: 47 yaşındayım, bu yaştan sonra planım pek yok, bir senaryo yazdım, onu bir yapımcıya satmaya çalışıyorum. Tek planım o. Bir de kızım İpek’in yurtdışında okumasını istiyorum. Ömrüm bunu görmeye yeterse ben de onunla gider buradan daha sakin bir hayat yaşarım herhalde. Bir de şu seriyi kaç kitap yaparım bilmiyorum onu devam ettiririm, yeni senaryolar var kafamda ama senarist olarak bilinmediğim için ilk adımı atabilmek çok zor o piyasada. Eğer ilk senaryoda işler iyi giderse onları da yazabilirim bir ara. Vaktim bol.