Bu yazımı, hayatını insanlığın en büyük düşmanı kapitalizme karşı mücadeleye adamış olan Jean Ziegler’e adıyorum. Kendisinin, torunuyla söyleşi biçiminde kaleme aldığı en son kitabını* referans alarak size insanlığın en kudretli hasmını anlatmaya çalışacağım.
Jean Ziegler: Kapitalizm en büyük düşman!
Tarihi köken
Kapitalizm kavramı, köken olarak Latince ‘kafa, baş’ anlamına gelen ‘caput’ (okunuşu kaput) sözcüğünden türemiştir. Çok önceleri bu mefhum, insanların sahip olduğu küçükbaş veya büyükbaş hayvanları tarif etmek için kullanılıyormuş. Kavram, 12. ve 13. yy.da rant getiren sermaye olarak kullanılmaya başladı.
Kapitalist kavramı ise ilk kez 17. yy.da önce servet sahibi sonra da bir üretim sürecine yatırım yapan kişi manasına geliyordu. 19. yy. ortasında da, kapitalizm kavramı somutlaştı. O zamanın devrimcilerinden Louis Blanc’ın tanımına göre kapitalizmin tarifi şuydu: ‘Ürettikleri çıktı/ürün sayesinde elde edilen sermayeden pay almayan çalışanlar yoluyla ortaya çıkan kapital birikimine kapitalizm denir.
Unutulmaması gereken başka bir boyut da, toplumsal düzen haline gelmiş olan kapitalizmin yüzyıllarca sürmüş olan sınıflararası düşmanlıklarla girift bir şekilde gelişmiş olmasıdır.
17. ve 18. yy. boyunca çok ciddi toplumsal, iktisadi ve siyasi dönüşümler meydana geldi. Derebeylik düzeni yok olmaya yüz tuttu. Alet-edevat, teçhizat ve makinaların varlığı arazi ve arsalardan daha önemli hale geldi. Bunun sonucunda da Avrupa’da yeni bir sınıf doğdu: Burjuvazi.
19. yy.da Alman filozofu Karl Marx, ‘Kapital’ adlı eserinde katma değer birikimini izah etti. Onun tarifi şöyle idi: Sermaye, makina, tesis ve hammadde sahipleri ihtiyaç duydukları işgücüne, onlara asgari yetecek koşulları sağlarlar. Üretim sonucunda kapitalist ürünü piyasada satar. Gelir gider farkını da cebinde biriktirir. Bu farka katma değer denir. Kapitalist yeniden yatırım yapar ve bu döngü böylece sürüp gider. Sermaye hayal edilemeyecek kadar birikir. Dünyanın hali hazırda geldiği noktada, bir grup azınlık inanılmaz servetlere kavuşmuş durumdadır. Sınırsız iktisadi, siyasi ve ideolojik gücü ellerinde barındıran bu kişilere oligark denmektedir.
Bedeller
Bahsi geçen katma değer uğruna, özellikle Afrikalı erkek, kadın ve çocuklar 16. yy. başından beri canlarıyla başlarıyla Avrupa sermayesinin birikmesi için ter döktüler. Milyonlarca insanın yaşamını yitirdiği bu süreç yüzyıllarca sürdü.
Victor Hugo’nun dediği gibi ‘Fakirlerin cehenneminden zenginlerin cenneti yaratıldı.’
Örneğin üzerinde güneşin batmadığı İspanya İmparatorluğu’nun sömürgecilik yaptığı Aztek, Maya ve İnka toplumlarının 15. yy.ın sonundaki nüfusu, 70 ila 90 milyon iken bu sayı bir yüzyıl sonra 3,5 milyona indi. Yani kapital, bütün bu insanların kanlarıyla birikti.
Sömürü, yeraltı kaynaklarının çıkarılması ve zenginlik üçgeni sadece dengesizliği beraberinde getirmedi. Yüzyıllar sonra bile çözülemeyecek olan bir düşmanlığın tohumlarını da attı Batı Dünyası’na. Siyahilere karşı olan ırkçılık, kapitalizmden önce Avrupa Kıtası’nda mevcut değildi. Sömürgecilik süresince bu renge sahip insanlar/toplumlar sosyal statüleri gereği hakir görüldüklerinden, Batı Dünyası’nda ayrımcı bir durum ile karşı karşıya kaldılar. (Devlet-i Âliyye’nin sömürgecilikte söz sahibi olmaması, Osmanlı’da siyahilere karşı bir ırkçılığın tezahür etmemesinin sebebi olarak görülebilir.)
Bugün Batı toplumlarında bu konunun halen yeterince tartışılmadığı kanısındayım. Bu konudaki iddiam gerçekten iddialıdır: Bu konuya bağlı tartışmaların (birçok başka konuda olduğu gibi) kasten aydınlatıcı olmaktan uzak tutulduğunu düşünüyorum.
Bizlere sonuçlar aktarılıyor sebepler üzerinde düşünmek yerine. Zira sebepler üzerine düşünülürse, dünyadaki ne kadar çok musibetin kök nedeninin kapitalizm olduğu ortaya çıkacaktır. İşte bundan korkuluyor. Kapitalizmin akbabaları konumlarını bırakmak istemiyorlar.
Çağdaş kapitalizm
Dünya düzenini, küçük bir oligark grup idare ediyor. Dünyanın en zengin 85 insanının serveti, yerkürenin en fakir 3,5 milyar insanının servetine eşdeğerdir (2018 verileri). Akbabaların en babalarından İsviçre’de, nüfusun %2’si ülkenin toplam servetinin %96’sına sahiptir.
Tüketim toplumu, her yerden fışkıran reklamlarla pohpohlanıyor. Bu yolla ihtiyacımız olan veya olmayan onbinlerce ürün satın alınıyor. Eskiden 500.000-600.000 km yol yapabilen otomobil markaları, büyümeyi garanti altına almak için yapısal eski(t)me (structural obsolescence) yoluyla bugün birçok modeli 300.000 km menzil için tasarlıyor.
Dünya Bankası’nın verilerine göre dünyanın en büyük 500 uluslararası şirketi, yerkürenin toplam ticaret hacminin %50’sinden fazlasına hükmediyor. Güney Yarımküre’den Kuzey Yarımküre’ye gerçekleşen sermaye aktarımı, ters istikamette gerçekleşen yatırım, insani yardım ve kalkınma desteklerinden çok daha yüksek seyrediyor.
Fransa’da 5 milyarder, ulusal medyanın %80’ine hükmediyor. Bu ve benzeri medya yapılanmaları, korkunç dünya düzeninin kurbanlarının insanların ortak hafızalarına girmelerini engelliyor. Örneğin 11 Eylül 2001’de gerçekleşen dehşet verici saldırının ardından 67 farklı menşeden 2973 insan hayatını kaybetti.
Bu trajedi dünyayı sarstı ve 19 senedir de beşeriyetin ortak hafızasını meşgul ediyor. Ancak aynı gün, Güney Yarımküre’de açlık ve açlığa bağlı hastalıklardan en az 17.000 çocuk hayatını kaybetti. O insanlardan kimsenin haberi olmadı.
Kapitalistler ne yazık ki kendilerini bu sonuçlardan sorumlu görmüyorlar. Adam Smith’in aslında başka anlamda kullandığı ‘görünmez el’i sorumlu gösterip sorumluluktan bir nevi sıyrılıyorlar. Değişmez doğa kanunu kılıfına soktukları bu düzeni savunarak, faaliyetlerini haklı çıkarmaya çalışanlara da neoliberal deniyor. Onların hayali, hiçbir kıstlamanın olmadığı ve devletler tarafından kontrol edilmeyen bir dünya piyasasıdır.
Modern kapitalizmi etkileyen en önemli 2 isim hiç kuşkusuz David Ricardo ve Adam Smith’tir. Onlar, sermaye birikimi sonucunda gelir dağılımının kendiliğinden gerçekleşeceğine inanıyorlardı. Bunu ‘trickle down effect’ yani damlama etkisi ile izah etmişlerdi. Beklentilerine göre, ihtiyacından fazlasına sahip bir zengin nasıl olsa elindekini daha fakir olan ile paylaşırdı. Ancak bu noktada yanıldılar. Kosmokrat da denen bu ‘Karun’ların açgözlülüğü ve güç hırsı, sadece komşularından ve rakiplerinden üstün olmaya odaklıdır.
Yapılması gerekenler
Kapitalizm ya da çağdaş haliyle neoliberalizm haksız yere servet sahibi olmuş ‘Karun’ların yerel üreticileri hap gibi yutarak rantın en yüksek olduğu yerlerde sermaye toplamaya ve kan emmeye devam ediyor. Bu büyüme/borç üzerine kurulu düzende, dünya nüfusunun çok küçük bir kesimi refah/bolluk içinde yaşarken ezici çoğunluk yokluğa makhum oluyor. Milyarlarca insan, zorlu yaşam şartlarında gününü nasıl geçireceğini düşünürken, beşeriyetin %5 ila %10’u bolluk içinde bir tüketim toplumunun içinde yaşıyor.
Yapılması gerekene gelince… Burada annemin bir hocasının söyledikleri aklıma geldi. O alıntı şöyleydi:
“Reklamı yapılan şeylere itibar etmeyin. Siz hiç tereyağının reklamını gördünüz mü? Ama margarinin reklamı vardır.”
Bu, kilit bir konudur. Siz margarinin reklamını yüzlerce kez gördünüz. Bu ürünlerden hangisinin kapitalizmi temsil ettiğini ve hangisinin size faydalı olduğunu siz takdir edin…
Bugün artık suyu bile kapitalist düzenin ‘toksik’ plastik damacanasından içiyoruz. Bunlar küçük örnekler. Ancak bütün bunlardan bir yekûn aldığınızda, hayatın her noktasında göze önce uygun fiyatlı görünen ancak hem çevreyi hem de yerel üreticileri yok eden ürünleri görüyoruz. Sonunda küresel Karunlar daha da varlıklı hale geliyor.
Süpermarketten satın aldığınız bütün endüstriyel ürünleri sorgulayın. Geleneğimizde olduğu gibi reklamı yapılmayan temel gıda maddelerini tüketmeye gayret edin. Yerel üretime ve yerli sermayeye destek verin. Tüketim toplumu olmamak için fikirler geliştirin. Bilinç uyandırıp insanlığın en büyük düşmanı kapitalizm ile mücadeleyi topyekûn başlatmazsak, o bizi tümden yok edecek.
* Jean Ziegler. “Was ist so schlimm am Kapitalismus”, C. Bertelsmann Yayınları