2021 yılına geldik. Bu yazıyı, 31 Ekim 1961 günü imzalanan Türk İşgücü Antlaşması ile Almanya’ya gelmeye başlayan tüm gurbetçilerimize ithafen yazıyorum. Yazının başlığından da anlaşılabileceği gibi, süreç başlayalı 60 sene olmak üzere. Gelin, nesnel olarak bu geçen sittin seneye bir bakalım.
60 yıllık Almanya serüveninin geldiği nokta: Uğur Şahin
İlk gurbetçiler
İkinci Cihan Harbi’nin ardından yeterli işgücüne sahip olmayan Almanya, diğer ülkelerden işçi talebinde bulunur. 50’li yıllarda önce İtalyanlar, 60’lı yıllarda da özellikle Türkler, Federal Almanya’nın ‘iktisâdî mucize’ denilen atılımı hayata geçirmelerinde muazzam bir rol oynarlar. İlk gelişlerinde kalmaları planlanmadığından, onlara ‘Gastarbeiter’ (misafir işçi) denir. Bu kavramın kullanılmasının bir başka sebebi de, eskiden kullanımda olan ‘Fremdarbeiter’ (yabancı işçi) kavramının iletişimde yaratabileceği olumsuzluklardır.
Ancak evdeki hesap çarşıya uymaz ve süreç içerisinde arkadan gelen kuşaklar ve aile birleşimleri ile bugün Federal Almanya’da 3 milyonun üzerinde Türk kökenli insanın yaşadığı bilinmektedir. Onlar artık, onları kim nasıl târif ederse etsin, buralıdırlar. Yani Alamanyalı.
Toplumsal uyum
Size çok açık söylemeliyim. Topluma ayak uydurma veyahut uydurmama konusu öyle bir-iki cümlede kestirmeden açıklanabilecek bir durum değil. Konu hakkında, cilt cilt kitaplar yazılabilir. Özellikle Almanya’ya yerleştikten sonra gördüklerim ve öğrendiklerimi sizlere birkaç başlık altında paylaşarak, gurbetçilerimizin uyum veya uyumsuzluğunu sizlerin takdirine bırakıyorum:
1- Birbirini tanıma:
İki toplumun da birbirini kesinlikle bugüne kadar hakkıyla tanıdığına inanmıyorum. Bırakın kültürel olarak, fiziksel olarak dahi birbirlerini tanımıyorlar.
En basitinden kendimden örnek vereyim. En az 100 kere duyduğum ‘Sen Türk’e benzemiyorsun’ tümcesinin muhtemel sebebi, kahverengi saçlarım. Bunu bizzat duydum. (Bu arada Almanların üçte birinin saçı sarı iken, Türklerin üçte birinin saçı kahverengidir.) Bu çok küçük bir örnek. İki cemiyet de, kendince basmakalıpları beynine kaydetmiş, ezberden bakıyor ve düşünüyor diğeri hakkında. (Renk üzerinden bahsettiğim stereotip de denen önyargılar tabii ki başka bir yazıda da konu edilebilir.) Siz hiç, %33’ün istisna olduğu bir istatistik gördünüz mü? Ufak bir örnekten yola çıkarak, iki cemiyetin birbirini ne kadar tanımış olduğuna pay biçin.
2- Kuralcılık ve uyum:
Hiç şüphe yok ki, Alman toplumu bizden çok daha hassas kurallar konusunda. Yazarken de yaşadıklarımdan yola çıkarak tasdikleyebilirim bu olguyu. Yazılı kurallara harfiyen uyulması Federal Almanya’da gerçekten önemli. O yüzdendir ki, birçok konuda zorlanıyor bizim toplumda veyahut kültürümüzde yetişen insanlar. Eğer uyum mevzusunda ileri bir seviyeye gelmek isteniyorsa, her türlü kurala uyum dikkate alınmalı. Burada bahsedilen, en ufak kamusal alan kuralından, apartman yönetim tüzüğündeki ‘incik cıncık’ maddelere kadar olan kurallar silsilesidir. Unutmayın ki, Almanya’nın hayranlık duyulan düzeni, kurallar silsilesine olan uyumla doğrudan orantılıdır. Eğer çok kuralcı buluyorsanız, hayranlığınızın nereden geldiğini sorgulamanız şarttır.
3- Misâfirperverlik:
Alman toplumu, bize nazaran bireysel bir toplumdur. Misâfirperverlik kıyaslamasında da, bizim pek yakınımızdan geçmez. İşte bu son ve kritik husus da aslında, gurbetçilerimizin uyumu konusunda vurucu darbeyi vurmuştur kanımca. Kurallara uyum konusunda, yerel cemiyete göre sapma gösteren, dile hâkimiyette biraz geride kalan bir cemiyet, bir de kendini (olmayan misâfirperverlik sebebiyle) dışlanmış hissedince, uyum kendini bir türlü yeterli seviyede gösterememiştir.
4- Irkçılık:
Diğer taraftan da ayrımcılık ve ırkçılık konularının da bittabi uyum(suzluk) hususunda önemli ancak olumsuz bir rol oynadığını da yeri gelmişken kaydetmek gerekir. Bu satırları yazarken, Alman toplumunun herhangi bir toplumdan ya da Türk toplumundan daha fazla ayrımcılık yaptığı gibi bir tespite ulaşmamamız gerektiğini ve her toplumu kendi şartlarında değerlendirmemiz gerektiği eklemek isterim.
Zira özellikle son dönemde Suriyeli göçmenler hakkında, hem de önde gelen köşe yazarlarımız tarafından yazılan metinlerin birçoğunun, dava açılması durumunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde pek şansı olmadığını da antrparantez söylemem gerek. Yine de Almanya’da ayrımcılık azımsanacak boyutta değil kesinlikle. Bizzat yaşadıklarımdan yola çıkarak doğrulayabilirim bunu. Hem de uyum konusunda, feriştahını tanımayacak bir seviyede olmama rağmen.
Bilim hayatının önemli bir kısmını ırkçılık konusuna adamış olan Jürgen Schlicher bir seminerinde, eğitim hayatında gerçekleşecek doğru bilinç ile (eğitim kadrosu) fırsat eşitsizliğinin %50 azaltılabileceğini söylemişti bir Bertelsmann Vakfı araştırmasına dayanarak. Açıklamalarında da, insanların görevlerini devrettiklerinde kendilerine benzeyen insanlara devretmek istediklerini ya da kendileri gibi olan kişileri etraflarında görmek istediklerini kaydetmişti.
Bahsedilen şey, ihtimal dâhilinde olabilir ancak kesinlikle resmin tamamını yansıtmıyor. Ebeveynleri dilsel yetersizlik nedeniyle okulda iletişim kuramayan ve eğitimde sorun yaşayan Türk kökenli öğrencilere destek veriyordu bir yakınım. Okuldaki görüşmelere ebeveynlerle gitmeye başladı. Verilen notları ve hataları görmek için, sınav kağıtlarını görmek bir hak burada. Bir matematik sınavında kırılan bir puanın neden kırıldığını anlayamadığında, matematik öğretmeni puanı neden kırdığını hatırlamadığını söyledi. Sakın bu örneğin, münferit bir örnek olduğunu düşünmeyin. Tabii ki, yapılan her ayrımcılık kötü niyetli değildir. Yine de ben birçok yerde kafadaki o yenilir yutulur olmayan virüslerin bu tarz mel’un ayrımcılıkları tetiklediğine eminim.
Ve pek kimsenin bilmediği ve bilme ihtimalinin de olmadığı bambaşka bir vakayı örnek teşkil etmesi açısından size aktarmak isterim 70’li yıllarda Vestfalya Bölgesi’nde çalışmış bir abimizden. Bildiğiniz gibi, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ciddi miktarda Amerikan askeri Almanya’da konuşlandırıldı. Birçoğu bekâr olarak Almanya’ya gelen gurbetçilerimizden gece kulüplerine giden bu abimiz anısında şunu anlatır, nefretin bilinmeyen köklerinden bahsederken. Almanların olduğu (kızlı-erkekli) bir gece kulübüne Amerikalı askerler gelir. Zaten onlara pek kimse dokunamamaktadır. İşgal gücü gibi bir konumları olduğundan yerel yasalar zaten onlar için geçerli değildir. Gece kulübünde kavga çıkar ve Amerikalı askerler zaten beyinlerine kazınan şekilde ‘Nazi’ olarak gördükleri Alman erkekleri döverek bardan dışarı atarlar. Peki bizim gurbetçi delikanlılara ne olur? Onlara hiç bir şey olmaz. Hans, Thomas yaka paça dışarı atılırken, Mehmet’e Ahmet’e dokunulmaz. Onlar aynı gece kulübüne Amerikan askerleri ile birlikte girerler hem de Alman kızlarının olduğu ortama.
Siz bunun benzer bir sahnesinin Türkiye’de, hem de dünyaya rezil olunmuş bir dünya savaşından sonra gerçekleştiğini kafanızda tasarlayın. Sanırım başka söze burada gerek yok. Nefret dışında pek bir duyguyu beslemez böyle tecrübeler. Bu ve benzeri vakaların münferit olduğunu düşünüyorsanız yine yanılırsınız. Şimdi kolektif bilinçte derin yaralar açan bu olayları bir kenara bırakalım.
Unutulmasın ki, bugün herkesin eline baktığı, içinde bulunduğumuz pandemi döneminde dünyayı kurtaran adam olmaya aday, BionTech’in kurucusu Uğur Şahin’in cesur komşusu* olmasaydı ve o komşu Şahin’in okulunu ikna etmeseydi, bu yetenek muhtemelen üniversiteye gidemeyecekti. Son dönemde sıklıkla gördüğümüz benzeri örnekler de gösteriyor ki, artısıyla eksisiyle, birbirini sittin senede tanımamış iki cemiyet, önümüzdeki dönemde bambaşka bir etkileşim hâlinde olacaklardır. Bu değişim, gecikmiş de olsa artık sosyolojik olarak kaçınılmaz.
Alın teri dökmek için gelmiş olanlar, (yıllardan beri) akıl terleri ile Almanya’yı hiç şüphesiz taşımaya başlamışlardır, hem de birçok alanda. Sürecin artık geri döndürülemez bir şekilde gelişeceğinden hiç şüpheniz olmasın. Yeter ki insanlar haklarına vâkıf ve hayatlarına hâkim olmak istesinler. Almanya’da yaşayan Türk kökenli insanlara en büyük çağrımız da bu olmalıdır.
Son söz: Eşitlik, eşit görmek ile başlar.
* Uğur Şahin’in de bizzat belirttiği gibi, Alman komşusu onun için lise öncesi dönemde okula giderek öğretmenini ikna etmek ister. Birçok yabancı uyruklu öğrencinin Federal Almanya’da (kötü niyetli ya da değil) maruz kaldığı bir durumdadır Şahin o zamanlar ve üniversite yolunu açacak olan tipteki ‘Gymnasium’a devam etmesi tavsiye edilmez eğitim kadrosu tarafından. Komşusunun okulu ikna etmesi sonucu, arzulanan okula gider ve bilindiği üzere bugünlere gelir.