Patoloji kürsüsünün kalebodurları

1986 yılının Haziran ayı. Cerrahpaşa Tıp’ın 3. sınıfındayız. Cerrahpaşa mahşerinin üç atlısından biri olan patoloji dersinin final sınavından çıkmışız. 50’nin altında aldık mı; Alpay’ın “Eylül’de Gel” şarkısına vokalistlik yapacağız. Anlayacağınız ölüm – kalım meselesinden hallice.

Patoloji kürsüsünün kalebodurları cerrahpaşa

Her Cerrahpaşalının yolunun düştüğü Viyana Kahvehanesi’nde, ortaya ders notlarının saçıldığı masanın etrafına oturmuş soruları tartışıyoruz. Muhabbet, şu sorunun cevabı buydu; bu sorunun cevabı şuydu tarzında yürüyor. Arada teyit amaçlı notlara bakıyoruz. Doğru cevap sayımızı gıdım gıdım artırırken umut merdivenlerini de adım adım çıkıyoruz. Her doğru cevap, lavanta çiçeği yumuşaklığının, her yanlış cevap risus sardonikus sertliğinin müsebbibi.

Soruları tartışmaya devam ederken bir soruda, nasıl farkına vardım bilmiyorum; sorunun doğru cevabını bildiğimi; ancak cevabın benim işaretlediğim şıkta değil, başka şıkta yazılı olduğunu fark ettim. Bunun tek bir açıklaması var: Cevap kağıdıma diğer grubun numarasını işaretlemiş olmalıyım. Sıcak banyo yapmış vücudun Kuzey Buz Denizi’ne dalması gibi, vazokonstriksiyonun şeddelisini gördü bedenim.


Masadan nasıl kalktığımı, patoloji kürsüsüne nasıl gittiğimi hatırlamıyorum. Travmanın büyüklüğü hafızanın o kısmını silmiş. Kürsüde hocayı buldum. Koskoca hoca, elinde kağıt-kalem, bir odanın içinde kalebodurları sayıyor. “Hayırlısı!..” dedim girdim odaya. Önüm ilikli, ses en kibar, tavır en alttan alan cinsinden…

– “Af edersiniz hocam!” dedim.

Soğuk bir ifadeyle döndü;
– “Ne var?” dedi.

Aklımdakini bir çırpıda dile getirdim. Zira aküsü bitik araba misali, kontağı kapattığımda, bir daha marşa basamayacağımın farkındayım.

– “Hocam, cevap kağıdıma yanlış grubu işaretlemişim. Ben B grubuydum; yanlışlıkla A yazmışım.” dedim. Tuhaf tuhaf yüzüme bakınca, acaba anlamadı mı, bir daha mı tekrarlasam diye düşündüm. Meğer anlamaya çalışıyormuş!..

– “Yapacak bir şey yok.” dedi ve dönüp kalebodurları saymaya devam edecekti ki; birden durdu; gözlerini yukarı dikti; sağ elinin avucunu açtı; yüzünü buruştururken başını iki yana salladı. Yeni baştan saymaya başladığında fark ettim, kaçta kaldığını unutturduğuma kızdığını ve o zaman anladım, göbeğinden bağlı olduğun insanı kızdırmanın insan ruhunda nasıl bir eziklik yarattığını. Kalebodurları saymanın sırası mı Allah aşkına!.. Yandı gülüm keten helva kıvamındayız şunun şurasında.


Bir ara tekrar cesaretimi toplayıp sordum;
– “Ama hocam, belki 70 – 80 alacağım bir sınavdan, sırf grubumu yanlış işaretlediğim için sıfır alacağım. Bu haksızlık olmaz mı?” dedim.

Breh… breh!.. Öz güvenin yüksekliğine bak hele, 70 – 80 alacakmış!..

– “Sıfır almazsın merak etme; arada tutanlar olur.” dedi gülümseyerek. Bak, Allah için hakkını yemeyeyim iyi espriydi!.. Güleceğim, gülemiyorum. Kalbimin kasveti mimik kaslarımın botulismus toksini olmuş. Ama ilk işareti almıştım. Zira, yüze kondurulan tebessüm, kalbe giren vena cava superior’un anahtarıdır. Artık dekan gelse çıkaramaz beni kürsüden. Bedenim çıkar, ruhum kalır kürsüde. Geceleri de gezerim hayalet gibi koridorlarda, intikamımın peşinde.

Odadan çıktı, ben de peşinden… Bir odadan çıkıyoruz, başka odaya giriyoruz; oradan çıkıyoruz, öbürüne giriyoruz. Kürsünün odalarını tek tek dolaşıyoruz. Peşini bırakmamakta kararlıyım. Bir yandan da konuşuyoruz. Bir ara kağıt-kalemi bana uzattı; “Takip ediyorsun, bari işe yara.” dedi. İşe yaramak ne kelime? Kürsünün amelesi ol de, olmazsam iki gözüm önüme aksın!.. Hoca her odanın uzun ve kısa kenarlarındaki kalebodurları sayıyor, bana söylüyor. Söylediği sayıları çarpıyorum ve kenara not alıyorum. Trigonometride gerilmedim, yaptığım çarpma işlemlerinde gerildiğim kadar. Daha, doğru grup işaretlemeyi bile beceremeyen birine artık nasıl güvendiyse!..

Bir yandan da sohbete devam ediyoruz;
– “Nereden bileceğim grubu yanlış işaretlediğini?” diyor.
– “Hocam kağıdımı iki gruba göre de ayrı ayrı okuyun, aralarında büyük not farkı varsa belli ki yanlış grubu işaretlemişim.” diyorum.
– “Oldu; başka isteğin var mı?” dedi. “Yok” diyeceğim de eceli çabuklaştırmaktan korkuyorum. Bu arada odalardaki kalebodurları saymaya ve çarpma işlemlerine devam ediyoruz. Anlayacağınız yalvarmayla karışık sohbet aşamasındayız. Ama şu da bir gerçek ki; kürsünün kalebodurları sadece zemini döşemekle kalmamış, kalplerimiz arasındaki köprüyü de inşa etmişti. Sonunda sayma işi bitti; elimden kağıt-kalemi aldı. Anladım ki sohbetin sonundayız… Son bir gayretle;
– “Hocam ne düşünüyorsunuz?” dedim.
– “Bakacağız.” dedi.
– “Hocam çok emek verdim, olumlu yönden bakın ne olur!..” dedim. Sessiz kaldı, gülümsemedi bile. Ama benim yüreğim ferahlamıştı. İnsanın yapacak bir şeyi kalmadığında gerçekten huzura kavuşuyormuş yüreği.

Sınav sonuçları açıklanana kadar stresli günler birbirini kovaladı. Ve nihayet sınav açıklandı. Yine koştura koştura gittim kürsüye, listede ismimi arıyorum. Sonunda buldum, geçmişim. Kalbim orada durmadı ya!.. Kolay kolay durmaz bir daha.


İnatçılık, yüze yansıyan saflık, sürekli alttan alan tavır, espriyle karşılık bulan itiraz sonuç almıştı. Böyle babacan hocaların elinden geçti bizim nesil. Öyle X’i, Y’yi, Z’yi bilmezdik. Her şeyi kategorileştiren kapitalist sistemin yarattığı harf gruplarına sığmayan nesildendik. O günlere dijitalliğe sıkıştırılmış kuşakların tekdüze sanal hayatı değil, iletişime açık nesillerin canlı real yaşamı hakimdi. İletişim kurduğun ölçüde vardın, hem de en canlısından.

Porfiria Hastası Kont Drakula


Taner Erim
1966 yılında İstanbul'da doğan yazar, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nden mezun olmuştur. Hava Kuvvetlerinin çeşitli birimlerinde hekim olarak görev yaptıktan sonra 2010 yılında emekli olmuştur. Halen özel sektörde kulak burun boğaz uzmanı ve bir yüksek öğretim kurumunda öğretim görevlisi olarak çalışmakta olan yazarın ilgi alanları siyasi tarih, sinema ve motosiklettir.