Kadın, ne oldu da eşit konumunu yitirdi?

“Kadınlar bizim baş tacımızdır, değerlimizdir” yaklaşımı, kadınları asla değerli kılmaz. Aksine kadının bir anlamda metalaştırılmasının farklı boyutunu oluşturur. Değerlilik lütufa ve lütfedene bağlı olarak değil, varolmanın anlamlılığı ile ilgilidir.

Kadın

Erkeklerin eşlerine yönelik kendilerini farklı, bu farklılığın da üstünlük olarak görmelerinin  nedenselliği ve tarihselliği hayvancılık ve tarım toplumları tarihine kadar uzanır. Kadının üstünlük ve eşit olma konumunu yitirmesinde başlangıç daha fazla hayvana sahip olan çobanın, hayvandan elde edilen et ve diğer ürünlere sahip olarak elde etmeye başladığı kazanç sayesinde bunun bir güç şeklinde algılanması ve farkındalığı ile başlar.

Etrafı çevrilmiş toprak mülklere ve o mülklerden elde edilen ürüne ve o ürünlerin sahibi olmakla başlayan ayrıcalık, kadını evin içindeki işlere yönlendirir. Ona ihtiyaç değişmeye başlamış, mal ve mülk sahibi erkeğin rahatı, beslenmesi, üremesi ve konforu için role evrilmeye başlamıştır. Haliyle mülk sahibi erkeğin, yani “güç” sahibi erkeğin “himayesine” girmeye başlayan kadın için rol giderek değişmeye ve aleyhinde netleşmeye başlar.


Kadın belki hemen değil ama binlerce yıllık süreçte, avcı, toplayıcı konumundaki etkin ve başat rolünü ve hatta doğurganlığı nedeniyle özel ve üstün konumunu ve giderek yitirmeye başlar. Mal değiş tokuşu ile başlayan ilk ticaret, gerçek anlamda para ile ticarete evrildiğinde, malın ve mülkün sahibi erkek ticaret ve haliyle paranın da sahibi olur. Sonrası malum… Neredeyse her erkeğin kendini kadından daha üstün görmesinin doğal, olması gereken, kültürel bir duygu ve düşünce, tutum ve tavır haline gelmesi ise inançların dinlere evrilmesi ile pekişir. Artık kadının adı yoktur. Lütfedilen kadar önemlidir. Lütfeden konumunda ise her şeyin sahibi erkek vardır.

Sanayileşme ve sanayi toplumu ise kadını erkeğe göre daha az sömürülebilecek bir işgücü olarak görür. Bunda binlerce yılın birikmiş kültürü yanında, kol emeğine dayanan ağır işçilik kollarında artık değerin erkek işgücünden daha fazla elde ediliyor olmasının payı büyüktür.

Günümüzde şöyle bir bakınız, hangi sosyo-ekonomik sınıftan olursa olsunlar; okumuş veya okumamış olsun, zengin veya fakir olsun, köylü veya işçi olsun, erkeklerin neredeyse tamamı kadınlara yönelik olumlu anlamda daha farklı ve daha yetkin olduklarına ilişkin duygu ve tavra sahiptirler. Bu bu şekilde kodlanarak gelir sanki…

Çok daha kötüsü ise, eşlerden erkek olan birçok kişi kadına yönerge vermeyi, onu yönetmeyi ve hatta ona yaptırım uygulamayı kendinde bir “hak” olarak görür. İşte o “hak” olarak görme hissi, erkeğin kendine uygun görülmüş ödev ve sorumluluk öğretilerinden gelir. Ödev ve sorumluluk öğretilerinin nedenselliği ise elbette ona yüklenen üstün olma nedeniyle, koruma ve kollama, yani sahip çıkma işiyle ilgilidir. Açıp bakınız dini öğretilerin hepsinde durum böyledir.


Esas nedensellik ise elbette mülkiyettir. Mülkiyet sahipliği ile başlayan her sorunun, buna cinsiyetçilik de dahil, çözümü mülkiyetsizlik veya eşit mülkiyet hakkına sahip olup olmamakla ilgilidir. Yani sınıfsal temellidir.

Kadının erkek ile eşitliğinin mutlak çözümü, kadının avcılık ve toplayıcılık dönemlerindeki rolüne ulaşmasıdır… Bunun çözümü elbette binlerce yıl geriye dönmek değil, eşitliğin mülkiyet temelinden başlayarak, toplumsal ve ekonomik hayattaki roller ile yeniden inşa edilmesidir.

Eşitlik konumlandırması sınıfsal bir eşitlik formasyonundan hareket etmiyorsa, kadının eşitliği görece olarak salt bazı burjuva sınıfı kadınlarına, bazı meslek ve iş sahibi kadınları kapsayacaktır.. Yani sistematik ve kitlesel olamayacaktır. Ki bu da yine son tahlilde kadının kendi sınıfının veya dengi durumdaki erkeğin üstenci tutumundan koruyamayacaktır. Eşitlik meselesi öncelikle sınıfsal bir meseledir. Cinsiyet eşitliği ise ona bağlı olarak olumlu veya olumsuz olarak gelişen bir meseledir. Sınıflar kendi içinde eşitlenemez. Eşitlik sınıflar üstü sistematiğe dayanmak zorundadır. Çünkü erkeğin egemenliğindeki nedensellik mala, mülke, üretim araçlarına ve kazanca hükmediyor olmasındandır.

Bu yazı kaleme alındığında, anneler günüydü. Kutlama mesajları, annelerin kutsallığı üzerinden, anneler atfedilen tüm iyi ve güzel sıfatlandırmalar ve betimlemeler ile doluydu… Ama her annenin esasen ve öncelikle bir kadın olduğu neredeyse akla bile gelmiyordu. Bu muhtemelen kadının metalaştırılmış bir “işgören” olmasının, tarihsel ve kültürel süreçte sosyal genetiği ile kodlanmış olmamızın bir sonucu olsa gerekti. Bu anlamda taciz edilen, tecavüz edilen, şiddet uygulanan her kadının bir anne olduğu, anneler günü nedeniyle kutladığımız her annenin, esasen ve öncelikle bir kadın olduğunun ne düzeyde bilinçli farkındalığına sahip olduğumuz tartışılır.

“Kadınlar bizim baş tacımızdır” diyerek, sözde kadına değer verdiğimizi sanıp, onu başa takılan taç’a indirgediğimizin ve metalaştırdığımızın farkında olmamak bir yana, “cennet anaların ayakları altındadır” diyerek, kadınlara sözde bir kutsiyet atfederek /aslında lütfederek onları önemli ve değerli kılmak mümkün değildir. Kadınların, haliyle annelerin önemi ve değeri, onların toplumsal ve ekonomik yaşamdaki eşit insan olmalarının sağlanmış olmasıyla mümkün olabilir.


Aksi takdirde geleceğimiz son nokta en iyi ihtimalle “kadınlar bizim eşitimiz değil, değerlimizdir” yaklaşımı olabilir ki, erkeğin kadına önem verme kültürünün ulaşabileceği en son düzey olarak kalır. Bu formasyon kadınları asla değerli kılmaz. Tam tersine kadının bir anlamda metalaştırılmasının farklı boyutunu oluşturur. Değerlilik lütufa ve lütfedene bağlı olarak değil, varolmanın anlamlılığı ile ilgilidir. Varolmanın anlamlılığını belirleyen şey ise, hayata dair özne olarak nasıl konumlandığımız ile ilgilidir.

İstanbul Sözleşmesi bağlamında kadının gerçek kurtuluşu