Hayatta her zaman işini tutkuyla yapan, yeteneklerini keşfetmiş ve bunları hayata aksettiren insanların yaşamlarımıza renk kattıklarını düşünürüm. Bu nevi şahsına münhasır kişiliklerden birisi de Burak Ayaz, aromalı bitki ve besin kaynakları ile ilgileniyor. Resonance İstanbul’da 2021 yılında bunları minyatür heykellere dönüştürdüğü bir sergisi gerçekleşmiş. Sergilediği eserlerinin fotoğraflarını Aroma Sketches isimli kitabında sanatseverlerle buluşturmuş.
Sanatçı Burak Ayaz, kendi tanımıyla eserlerinde aromatik malzemeler kullanarak bellek ve koku arasında zihne üşüşen bağları ifade etmeye çalışıyor. 1940’lı yıllarda Belgrad’da doğan, hayatının ileriki yıllarında akademik kariyerini sanat tarihi, mimarlık ve karşılaştırmalı kültür çalışmaları üzerine gerçekleştirmiş olan rahmetli Prof. Slobodan Dan Paich‘in de Burak Ayaz’ın hayat hikayesinde ve sanat yolculuğunda sihirli-naif bir dokunuşu oluyor.
Slobodan ve Burak’ın yolları İstanbul’un Moda semtindeki bir kafede kesişip, Aroma Sketches‘in ortaya çıkış hikayesine dek uzuyor. Geçen sene hayatını kaybeden sayın Paich’i saygıyla anıyor ve hemen Burak’a tanışma hikayelerini soruyorum.
Röportaj: Burak Ayaz
Bize biraz Slobodan Dan Paich’den ve onla tanışma hikayenizden bahseder misiniz?
Hayatıma çok büyük bir etkisi olan Slobodan 1940’lı yıllarda Belgrad’da doğuyor ve orada sanat akademisinde öğrenim görüyor. O dönemin rejimi maalesef entelektüel bireyleri desteklemediği için Slobodan orayı terk etmek zorunda kalarak İngiltere’ye yerleşiyor ve özellikle mimarlık alanında hizmetler verip çeşitli projelere imza atıyor. 1967-1985 yılları arasında İngiltere’de yaşıyor ve bu süreçte Londra’da sanat ve düşünce tarihi, mimari tasarım, tasarım teorisi, sanat stüdyosu dersleri veriyor. İtalya’da düzenlenen bir yarışmayı kazanarak orada tarih öncesi çağa ait bir alanı restore ederek sanat ve kültür okulu kuruyor. 40’lı yaşlarda Amerika’ya giderek akademik kariyerini tamamlıyor. 1985-1992 yılları arasında Kaliforniya Üniversitesinde dersler veriyor.
Daha sonra San Francisco kıyısındaki eski bir savaş gemisini orada yaşayan toplulukların insiyatifiyle bir sanat gemisine dönüştürerek bu gemide 9 sene boyunca sergiler ve performanslar düzenliyor, bir nevi bu geminin kaptanı oluyor. Daha önceleri getto bir yerleşim alanı olarak niteleyebileceğimiz bu yer, sanat gemisinin etkisiyle turistik bir çekim gücü kazanıyor. Bu aynı Kadıköy’deki Yeldeğirmeni’ne sanatçıların gitmesiyle oranın büyük bir dönüşüm geçirmesine benziyor. Daha sonra ise emlakçıların burayı keşfetmeleri, kıyı alanında inşa edecekleri sitelerin olduğu yerde bu sanat gemisini istememeleri gerekçesi ile politik bir hamleyle gemiyi ellerinden alıyorlar.
Slobodan emekli olduktan sonra kendisine daha fazla mobil olabileceği bir yer arayışına giriyor. Çünkü bir Portekiz’e bir Çin’e bir Kuzey Afrika’ya gitmesi gerekiyor. Amerika’yı ise bu anlamda mobil olabileceği bir yer olarak görmüyor. Bu arayışı sırasında İstanbul’a gelip önce Sultanahmet’te bir süre yaşayıp sonra İstanbul’un Moda semtine yerleşiyor. Ben de onunla Moda’da sık gittiğim bir kafede tanıştım. O orada bazen resim falan yapıyordu, benim de o dönem ürettiğim birçok şey vardı. Daha sonra aramızda bir dostluk gelişti, yaklaşık 2 yıl boyunca aynı evi paylaştık.
Kendisi iki tane bastonla yürüyordu ve bu şekilde yemek yapması zor olacağı için evde yemekleri ben yapıyordum. Bu aroma skeçleri de aslında ben ona evde bir gün balkabağı çorbası yaparken ortaya çıktı. Çorbayı kaynatırken içine çubuk tarçın eklemiştim, çorba piştikten sonra çıkarıp atacakken tarçın çubuğunun açılmış olduğunu fark ettim. Sanki içine bir şey yerleştirmeye davet ediyormuş gibiydi. Böylece parmaklarım hala saplarında duran pembe biberleri tarçın çubuğuna koydu. Sonrasında kurumaya bıraktım. Tarçın kuruduktan sonra tekrar kapandı ve bir şekilde biberler içinden büyümüş gibi görünüyordu. Ertesi gün baktığımda Slobodan bunun altına cam bir kaide koymuştu. Bana onun yüksek çağrışımı olan bir obje olduğunu söyledi. “Bunlardan biraz daha yap bakalım nereye çıkacak” dedi. Benim bunu Slobodan ile paylaşmam aslında soyut düzlemde kalabilecek bir şeyin bir bakıma devamlılığını sağladı. Slobodan bu şekilde konuştuğu için o nesne benim nezdimde de somutlaşmış oldu. Sonrasında bir daha arkama bakmadım ve sonuçta Aroma Sketches isimli kitabım ve sergim ortaya çıktı.
“Artık modern sanat çok soyut bir yerden ilerliyor”
Kitabın ismindeki skeç kelimesi bize ne anlatıyor?
Bence burada skeç iki anlam taşıyor; birincisi tamamlanmamış iş. Tamamlanmamış bir iş çünkü doğal materyaller oldukları için süreçleri devam ediyor. Örneğin sarımsak bir süre filizlenmeye devam edip sonra kurudu. Bir de tiyatrodaki skece de bir gönderme yapıyor. Normalde o kadar net mesaj veremeyecek malzemeler, ama belirli bir formata geldiklerinde, onlara insan mantığı verdiğimizde insan dili ile konuşuyorlar ve aslında tiyatral bir ifade de sunmuş oluyorlar böylelikle.
Artık modern sanat çok soyut bir yerden ilerliyor. Ama ortaya çıkan eserlerle ilişkilenebilmek zor oluyor. Genelde küratörlerin retoriği üzerinden bir ilişkilenme yaşanılıyor. Bu işin benim en sevdiğim yanı doğal bir unsur olan yemeğin içinden çıkmış olması.
Baharatperest
Karşımızda aynı zamanda bir baharatperest var, baharatlara karşı olan ilginiz nereden geliyor?
Öncelikle işimden dolayı. Yaptığım işlerden birisi de bartenderlık. Baharatlar aynı zamanda kültür ve mitoloji ile ilişkilidir, beni bu yönü de çekiyor. Baharatların mutfakta kullanımı bana göre sihir gibi. O kadar az kullanılıp tada bu kadar etkisi olan başka bir şey yok. Çeşitli kombinasyonları ile de ortaya çok farklı şeyler çıkabiliyor.
Bartender işine nasıl başladınız?
Aslında ben bu işin içine düştüm. Üniversite yıllarında kendime çalışabileceğim bir iş arıyordum. Ve o dönemde bu işi sevdim, çünkü orada yaratıcı sürecin yansıtılabileceği bir alan gördüm. 2020 yılında Kadıköy’ün Moda semtinde Fahri Konsolos denilen mekanı açtık.
Mesela “Obruk Alegorisi” Fahri Konsolos’ta son dönemlerde ürettiğim kokteyllerden birisi. Divle obruk peyniri kullanıyoruz kokteylde. Obruk peyniri mağaralarda olgunlaştırılmış bir peynirdir. Kokteylde de mağara kavramının devam etmesi için kokteylin üzerine bulunmuş en eski mağara resmini haşhaş tohumuyla yaptığımız spreyle uyguluyoruz. Kokteylin adı da tıpkı büyük bir mağarada yankılanan ses gibi dalda dalga vuruyor damağa. İsmi ise Platon’un “Mağara Alegorisi” ne gönderme yapıyor.
Hayatınızda yer açtığınız bir diğer alan da yaratıcı ve çok yönlü kişiliğinizle örtüşen palyaçoluk. Günümüzde bir sanat dalı olarak kabul edilen, dünyadaki tüm kültürlerde olduğu gibi Türk kültür tarihinde de bir öğe olarak yer alan palyaçoluk için nereden ilham aldınız?
Palyaçoluk aslında benim ruhumda olan bir şey. Bunda bana özellikle bir kişinin çok fazla ilhamı oldu; Reinhard Horstkotte. Reinhard hastanelerde ölmek üzere olan çocuklara palyaçoluk performanslarını yapmaya başlayan ilk kişidir. Benim de onunla tanışma fırsatım oldu ve palyaçoluktaki öngörülemezlik beni cezbetti. Artık makinalara o kadar bağlandık ki her şeyin beklendik bir sonuç üretmesini bekliyoruz. Palyaçolar basit el numaralarında bir şema manifest ediyor. Sizin orada beklediğiniz şey başka bir şey ama palyaço size bir noktada o aradığınız sonucu vermiyor. Bu da aslında kahkahaya sebep oluyor. Stresli olduğum durumlarda içimdeki palyaçoyu ortaya çıkarmak beni rahatlatıyor.
‘Mikroorganizma çobanı’
Kendinizi aynı zamanda bir mikroorganizma çobanı olarak tanımlıyorsunuz, nedir mikroorganizma çobanlığı?
Fermantasyonla ilgileniyorum. Aslında bu bir çeşit çobanlık gibi. Mikroorganizmaları alıyorum ve bir yaylaya götürüyorum; bu bir ekşi mayalı ekmek olsun mesela. Orada mikroorganizmalar işlerini yapıyorlar, biz de onların çıktılarını alıyor ve tüketiyoruz. Buradan mikroorganizma çobanlığı tanımını üretmiştim, bu bir nevi çobanlık gibi gelmişti bana.
Burak Ayaz’a bu keyifli-rengarenk söyleşi için teşekkür ediyorum.