Şehirli olmak

Pek çoğumuz yaşadığımız şehri bir asansöre benzetiyoruz kafamızda. Fazla insan binince, aşırı yük alarmı öter de, hareket etmez ya asansör. Herkes asansöre en son binenin gözünün içine bakar, insin de yolumuza devam edelim diye…

Şehirli olmak

Yaşadığım şehirdeki insanları ikiye ayıracak olsam, ilk gruba kendi rızası dışında burada bulunanları koyardım. Yani burada doğup büyüyenler. Belki bugün kimse onları şehirde zorla alıkoymuyor ama burada olmalarına kendileri değil, başkaları karar vermiş. Onlar sadece, kendilerinden birkaç nesil önce verilen bu kararı devam ettiren insanlar, namı diğer “yerleşikler“. Atalarının verdikleri tek bir kararla, bir ömür boyu gurur duyanlar.

İkinci grup ise herhalde kendi özgür iradeleri ile burada olmayı seçmiş insanlar olurdu. Ülkedeki, hatta dünyadaki pek çok şehir içerisinden, belki en güvenli, belki en konforlu belki de ulaşabildikleri tek şehir olduğu için, İstanbul’u seçenler grubu. Genelde hakir gördüğümüz insanlardan bahsediyorum, şehire bizden daha sonra gelenler, yani “göçmenler“. Buralar zamanında dutluktu muhabbetini kaçıranlar kulübünden onlar. Torunları belki ileride hava atacak ama bugün için hiç şansları yok.


Kavramlar kendi karşıtları ile anlam kazanır derler. Yerleşikliği tanımlayan şey de kendi zıttının varlığı oluyor, yani göçebelik. Yeniler geldikçe, eskiler kıdem kazanıyor, daha bir yerleşiyor, sahipleniyor mahallesini. İlk başta büyük bir olumsuzluk çağrıştıran hatta ülkenin beka sorunu haline gelen göç dalgasının böyle olumlu yönleri de yok değil. Çevremdeki pek çok insanın, kökeni neresi olursa olsun yaşadığı şehri bugünlerde daha çok sahiplendiğine şahit oluyorum. İçerisinde bazen fazlaca milliyetçilik barındırsa da, sokağına, mahallesine sahip çıkma dürtüsünü şehirli olmaya atılan önemli bir adım olarak görüyorum. Yeniler geldikçe, bir öncekileri bizden görmeye başlıyoruz. Daha da önemlisi, sadece şehri kendimize değil, kendimizi de şehre ait hissediyoruz.

Pek çoğumuz yaşadığımız şehri bir asansöre benzetiyoruz kafamızda. Fazla insan binince, aşırı yük alarmı öter de, hareket etmez ya asansör. Herkes asansöre en son binenin gözünün içine bakar, insin de yolumuza devam edelim diye. Hatta bazen bir kişinin inmesi de yetmez, sondan ikincinin de inmesi gerekir, asansörün çalışması için. Şehrin dolduğunu düşünüyorsak, en son gelene bakıyoruz, gitse de rahatlasak biraz diye ama hayat asansör değil ki, bir sonrakinin gelmesini bekleyelim. Herkes can havliyle kendini ilk bulduğu asansöre atıyor, ikinci bir şansı olup olmadığını bilemeden. Kimse de “neden buradasın, ne derdin var?” diye sormadan, “in kardeşim, doldu” diyor.

Mevcut durumu değiştirmek için elimizden pek bir şey gelmiyorsa, belki de bakış açımızı değiştirmenin vakti gelmiştir. Her şeyin dönüşüm içinde olduğu günümüzde, metropoller de belki de artık asansöre değil de, merdivene daha çok benziyordur. Durmadan tırmanmanız gereken, durduğunuzda arkadan gelenlerin yolunu tıkadığınız bir merdiven. En azından dinlenmeniz gerektiğinde, kenara çekilip başkalarına yol vermeniz gereken bir merdiven. Kıdeminiz kadar değil de, yaptığınız katkı kadar şehirlisinizdir belki de. Belki de şehir sizin bildiğiniz şehir olmaktan çıkıp, başka bir şey olmuştur. Başka bir şey olması, kötü bir şey olduğu anlamına gelmez.


İstanbul’da yaşadığını söyleyen insanlara, “Hangi İstanbul?” diye sorasım gelir. Bine yakın (rakam ile 1.000) mahallesi olan bir şehirde, en haklı sorudur bence bu. Ama aramıza kara kedi girmesin diye, şimdiye kadar kimseye soramadım bu soruyu. “Nerede oturuyorsunuz?” ya da “Ev ne tarafta?” gibi sorular aslında tam da bu sorunun kibarcasıdır: “Hangi İstanbul?” On beş milyonla ortaklaşmaktan kurtulmanın en güzel yoludur bu. Soruyu cevaplayan, ya gelir seviyesi, ya şehirdeki kıdemi ya da hayat tarzı ile böbürlenecektir, sadece adresini söyleyerek. Ben ise, karşımdaki insanı tanımak için ikinci bir soruya ihtiyaç duyarım: Nerede çalıştığı? İstanbul gibi bir şehirde işine yakın oturmayı başaranların, hepimizden daha akıllı olduklarını düşünmüşümdür nedense. Aradaki mesafe kısaldıkça, karşımdakine saygım ve kıskaçlığım artmaktadır. Yanınıza bir melek gelse, “kusura bakmayın ömrünüzden 5 yıl alacağız ama karşılığında iş garantisi veriyoruz” dese, muhtemelen kabul etmezdiniz ama bu beş yılı günlere bölüp, taksit taksit trafiğe gömünce, insan neler feda ettiğini hiç hissetmiyormuş.

Hepimizin kendine ait bir İstanbul’u var. Bir de diğer İstanbul var. Benim İstanbul’um, senin diğerin oluyor. Kimimizin İstanbul’u ufak. Onlar için şehir gittikçe ufalıyor. Bir gün yaşanmaz hale gelecek. Herkes kendi sınırını kendi çiziyor, ama farkına varmıyor. Kimilerimizin İstanbul’u ise büyük, her gün biraz daha büyüyor. Büyüdükçe daha kirli, daha tehlikeli, daha karmaşık hale geliyor. Belki de normali budur. Eskiler; eski kirleri, eski tehlikeleri, eski karmaşayı unuttukça, yeni olan her şeyden korkuyorlar.

Ama şehir büyümeye devam ediyor, yeniye doğru.


Bir yandan da küçülmeye devam ediyor, eskiye doğru.

Türkiye’de 8 ilçe ‘cittaslow’ (sakin şehir) adayı!


Özgür Barışkan
1973 yılına İstanbul’da doğdum. Çeşitli sanayi kuruluşlarında mühendis ve yönetici olarak çalıştım. Enerji ve lojistik, tecrübe sahibi olduğum alanlar. Halihazırda İBB bünyesinde İSTAÇ Çevre Yönetimi firmasında yönetici olarak çalışıyorum. Yayınlanmış iki kitabım var (“Bisikletle İki Hafta” ve “Asfalt”), üçüncüsü yolda. Genelde yaptığım işlerle ilgili kitap yazdığım için, üçüncüsünün adı ÇÖP olacak. Yeni yazacağım kitaplar ve yazılar daha da sıkıcı olsun diye, İstanbul Üniversitesi’nde sosyoloji okumaya başladım. Eğitimim bittiğinde ortaya nasıl bir şey çıkacak, ben de merak ediyorum. Şimdilik Çevre, Enerji ve Şehir konularındaki yazılarımla bu platforma katkı sunmaya çalışacağım. İki oğlumla birlikte yaşıyoruz. On yıl önce üçümüz, gerçek bir bekar evi kurduk, hala başarı ile sürdürüyoruz. Mesleğin nedir diye soracak olursanız, ben baba olmayı seçtim.