‘Ben Eskiden Çok Ünlüydüm’ tiyatro oyununun yazar ve yönetmeni Gökhan Erarslan ile bir söyleşi yaptık. Yazıp yönettiği oyunlar, Türkiye’de tiyatro, tiyatronun insan hayatındaki yeri ve etkileri, tiyatro oyuncularının maruz kaldığı zorluklar, tiyatronun neden tercih edilmediği ve daha pek çok konunun cevabını burada bulabilirsiniz. Kendisine bize zaman ayırdığı için teşekkür ederiz.
“Tiyatro yalnızca Cihangir, Moda elitlerinin sanatı değil. Bir toplumu dönüştürebilme yeteneği tiyatronun özünde var. İleriye doğru adım atmak istiyorsak bu adımları toplumun geneline yaymamız gerekiyor. Tiyatro için en büyük zorluk ekonomik koşullar. Maliyetler, salon kiraları, vergiler vs. Bunun dışında tiyatronun sadece bir eğlence aracı olarak karşılık bulması, lüks tüketim aracı olarak görülmesi ve beraberinde getirdiği sıkıntılar mevcut.”
–Gökhan Erarslan
Röportaj: Gökhan Erarslan
Tiyatro sizin için ne ifade ediyor?
Tiyatro için söylenen klişe bir tabir vardır ya hani, hayatın aynası, derler tiyatro için. Kimine göre bu tanımlama doğru olabilir. Fakat tiyatro sanatı benim için basit bir yansıma değil aslında, aksine hayatın şekillendirildiği büyülü bir alan gibi daha çok. Sen cevapları ezberliyorsun ama hayat asla aynı soruyu tekrarlamaz, der Bernard Shaw. Tiyatroda da bu böyle. Bize asla aynı soruları tekrarlamıyor. Çağların değişimiyle beraber diyalektik de değişiyor. Yaşama şeklimiz değişiyor, fikirler değişiyor, toplumsal dinamikler değişiyor. Tiyatro bu bağlamda bir kendini ifade edebilme gücü sunuyor tiyatro insanlarına. Ben bu ‘ifade edebilme’ gücünü seviyorum.
Tiyatro hayatınıza nasıl girdi? Hangi duyguyla başlama kararı aldınız?
Yazmaya karşı gençlik yıllarımdan beri bir ilgi vardı. Çok küçük yaşta Dostoyevski, Tolstoy, Proust okumuş ve etkilenmiştim. Ama aklımda profesyonel anlamda bir sanat uğraşına girişmek yoktu. Tiyatro izliyordum ama tiyatro yapma gibi bir fikrim, en azından niyetim de yoktu. İlk üniversitemde edebiyat öğretmenimin cesaret vermesiyle önce yazmaya başladım. Sonrasında tiyatroya olan ilgim arttı. 2006 yılında da Dokuz Eylül Üniversitesi Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık ve Dramaturgi Bölümü’nü kazandım. Buradan da mezun olup İstanbul’a dönünce meslek hayatına hızlıca bir giriş yaptım diyebilirim. 2011 yılında ilk kez bir oyunum sahnelendi: Sonbaharı Beklerken. Sadri Alışık Tiyatrosu yapımı idi. Müthiş bir heyecandı tabii benim için.
Tiyatro yönetmenliğine ne zaman ve nasıl başladınız? İlk oyununuzun adı ve konusu neydi?
Tıpkı oyun yazarlığı serüvenimde olduğu gibi, yönetmenlik mevhumunda da beni bu alana doğru yönlendirenler oldu. Aklımda yönetmen olmak gibi bir fikir yoktu çünkü. Yönettiğim ilk oyun, kendi oyunumdu: Aldatma Sanatına Giriş. İngiliz yazar Harold Pinter’ın Aldatma adında çok sevilen bir oyunu vardır. Olaylar zamanın akışına göre tersten akarak finale ulaşır ve finale ulaştığınızda başa dönmüş olursunuz aslında. Ben o oyuna da gönderme yaparak çağımızda ilişki biçimlerini sorguladığım bir oyun kaleme alarak farklı bir kurgusal deneme yapmıştım. Yazılışında 11-12 yıl sonra yeniden şu ara oynanıyor oyun. O dönemleri hatırlıyorum da, sahada olup tiyatro yapmanın ne kadar güç bir uğraş olduğunu ilk fark ettiğim iş sanırım bu oyunumdu.
Yönettiğiniz oyunların konularını neye göre seçiyorsunuz? Nasıl bir planla çalışıyorsunuz?
Çağdaşlarıma nazaran ben çok az oyun yönettim aslında. Çoğu kez gelen teklifleri reddettim. Nicelik olarak çok fazla oyun yönetebilme meziyeti insana tecrübe bakımında büyük bir birikimin kapısını arayabilir, doğrudur. Ama ben sürekli oyun yönetme peşinde olmadım. Az olsun ama güzel olsun istiyorum. Reji yapmama beni ikna edecek, aklımı çelecek bir proje olursa tabii ki koşa koşa giderim. Aksi halde yalnızca bir oyun yönetmek için oyun yönetmek çok da benlik değil. Bir oyunu yönetmeye karar verdiğim anda da uzun bir periyot içinde bu çalışmayı sürdürüyorum. Önce tasarım ile başlıyorum işe. Nasıl bir sahne tasarımının içinde hareket edeceğiz bunu çözmeye çalıyorum. Dramaturjik bir müdahaleye ihtiyacımız var mı, varsa nereler, metnin son haline ikna olana kadar masanın başında çalışmaya devam ediyoruz. Sonrası elbette ki doğru bir oyuncu kadrosu ile prova aşamasına geçmek oluyor.
Metinler üzerinde çalışırken, metinlere sadık kalıyor musunuz? Değiştiriyorsanız sebepleri neler oluyor?
Oyunu sahnelemeye karar vermişsem, önceliğim ne anlatmak ve nasıl anlatmak istediğim ile alakalı soruları kendi kendime cevaplayabilmekle başlıyor işim. Biçimsel anlamda elimdeki metin sahne estetiğim ile uyum sağlıyor mu, sağlamıyorsa bunu nasıl sağlayabilirim, bunu düşünüyorum. Daha çok açık biçimsel bir oyun yapısını sevdiğim için metnin üzerindeki dramaturjik müdahaleler buna dair oluyor. En büyük ve bariz değişimi Şahabettin Süleyman’ın kaleme aldığı Çıkmaz Sokak adlı oyundaki rejimde görmüştür seyirci. Esasen iki tane Çıkmaz Sokak vardı çünkü. İlki yazarın yani Şahabettin Süleyman’ın Çıkmaz Sokak’ı, ikincisi de yönetmenin yani benim Çıkmaz Sokak’ım. Yazarın Çıkmaz Sokak’ı daha çok yasak aşk kavramı üzerinden ilerleyen bir çatışmaya sahip. Aile ve birey kavramları önde.
Benim Çıkmaz Sokak’ım da ise toplumsal bir tavır ve politik bir sorgulama var. Meşrutiyetle beraber hürriyet nidaları atılırken, kişisel haklar ve özgürlüklerin tartışıldığı, günümüzden pek de bir farkı olmayan, bir ortam söz konusu. Aradan geçen yıllara rağmen hala aynı şeyleri tartışıyor olmak hem şaşırtıcı, hem de üzücü. Yazar bu tartışmanın kapısını aralamış ama içine girmeyi tercih etmemiş. Ben rejisör ve dramaturg olarak bir asır süren bu tartışmanın hesaplaşmasını yapmak ve mevcut durumun değişmediğini izleyiciye göstererek sorgulatmak istedim. Aşk politik bir tavırdır benim için ve oyundaki Refika karakterinin aşkı da benim nezdimde politik bir tavır. Onun karşısında özgürlükçü gibi görünen ve politik doğruculuk adına oportünist davranan Cavit karakteri de bir siyasi duruş sergiliyor. Her iki kutup hala çatışıyor. Yaşıyoruz bunu biz. Gündelik hayatımızda yaşıyoruz. Ya da yaşayamıyoruz bazı şeyleri ve sığ siyasi tartışmalar yahut sözüm ona ahlaki yargılar sebebiyle kendi benliğimize ket vuruyoruz. Oyun bize bunu hatırlatıyor. İki kadının sahnede öpüşmesi değil, bu yoz sistemde sıkışmışlığımız bizi oyunda rahatsız ediyor.
“Oyunun bir derdi vardı ve bu dert kadınsal bir dertti”
Oyundaki erkek karakterlerin kadınlar tarafından oynanması hakkındaki yorumunuz nedir?
Elbette ikili cinsiyet sınırlamasının önüne geçmek var bu tercihte. Bu çok net bir tavır zaten. Bununla birlikte tek bir fikir ya da tek bir bağlamda değil, pek çok nedenden ötürü oyunun tamamında kadın oyunculara yer vermeyi seçtim. Oyunun bir derdi vardı öncelikle ve bu dert kadınsal bir dertti. Bu nedenle oyunu açık biçimsel bir anlatı formuna dönüştürürken, hikâyeyi tamamen kadın oyuncuların ağzından dinleyerek aktarmayı tercih ettim. Bunun seyirci nezdinde de daha samimi bulunabileceğini düşündüm. Oyunda bir erkek sesi, bedeni, tavrı, bakışı olsun istemedim. Sahnede bir erkek görmek bu oyunda beni rahatsız ederdi. Erkeği taklit eden ama erkek olmadığını zaten bildiğimiz aktarıcı kadın oyuncular kullanarak asal amaca ulaşabileceğimi kurdum kafamda. Her bir oyuncunun karakter yaratımında da onları olabildiğince özgür bırakmaya çalıştım. Elbette bazı rejisel isteklerim oldu ama her biri karakter oluşumunda kendi öz varlıklarından bir şeyler ortaya koydular ve ben onların o özgün yaratımlarını sahneye getirdim.
Yazar ile yönetmen olmanın arasında sizi en çok etkileyen şey neydi?
Bazen bir yazar hassasiyeti ya da refleksi ile davrandığım zamanlar oluyor. Bu durum sahne pratiğinde sıkıntıya düşürebilir rejisörü. Dışardan bir göz ile bakamayabilirsin. Ben özellikle kendi yazdığım oyunlarda bu ikilemi yaşamamak adına dramaturg ile çalışmayı tercih ediyorum. Çünkü geçmiş tecrübelerim, özellikle yönetmenliğe ilk adımımı atıp da kendi oyunlarımı yönettiğim dönemde yazar hassasiyetinin dezavantaj yaratabileceği durumları tatbik ettim.
En çok etkilendiğiniz ya da amacına ulaştı dediğiniz oyun hangisiydi ve neden?
Market ve Orijinal Günahlar… Her ikisi de çok iyi oyunlardı. Öncelikle ekip çok iyiydi. Seyirci de her iki oyunu çok sevdi. Toplumsal yapıdaki noksanların ya da siyasi çarpıklığın neden oldu trajedileri sahneye taşımak, bunu yaparken de insanları güldürebilmek kolay değil.
Tiyatro oyuncularının daha anlayışlı, sakin olduğu söylenir. Bir oyuncunun kişisel gelişimindeki etkisi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Oyuncuların hepsi için bu genellemeyi yapmak pek doğru olmayabilir ama birçoğunda bu özelliklerin gelişimindeki başat sebebin empati olgusundaki yüksek bilinç olduğunu söyleyebilirim. Oyuncular farklı karakterleri sahnede ya da kamera karşısında canlandırdıkları için başka başka insanlar gibi düşünebilme ve hissedebilme yetilerini geliştirebilme maharetini edinebilirler. Bu da onların mesleklerine has bir ayrıcalık aslında.
Türkiye’de tiyatro yapmak zor mu? Zorlukları nelerdir?
Zor olmaz mı? Pek çok zorluk var ve bunları saymakla, detaylandırmakla bitmez. En büyük zorluk elbette ekonomik koşullar. Maliyetler, salon kiraları, vergiler vs. Bunun dışında tiyatronun sadece bir eğlence aracı olarak toplumda karşılık bulması, bunun da lüks tüketim aracı olarak görülmesi ve beraberinde getirdiği sıkıntılar da cabası. Destek olan yok, akıl veren çok tabii. Bununla beraber sektörde kendine yer edindirmen de öyle kolay değil. Beli klanların, arkadaşlıkların, cephelerin olduğu bir camia var. Gerçekleri konuşalım, herkes bunları biliyor zaten. Mesleğe yeni başlayan ve bu türden lobilere dâhil olmayanların kendilerini gösterip iş yapabilmesi, yeteneğini ispat etmeye çalışması kolay iş değil.
Tiyatronun insan hayatına etkileri nelerdir?
Yaşamın kendisi tiyatroda var. Tiyatro, oyun sahneleme yönteminin sanatsal adı. Oyun kavramı ise yaşamın her alanında bizimle. Ömrümüzün sonuna kadar bu oyun alanının içinde oyun oynayarak debeleniyoruz. Dolayısıyla insan tiyatroya yabancı, ondan uzak bir varlık değil. Doğasında var onun oyun oynamak. Sahnede gördüğü, bildiği her şey onda muhakkak bir etki bırakacaktır. Macbeth’in hırsında kendi hırsını bulacaktır, Hamlet’in şüphesinde kendi şüphesini bulacaktır, Othello’nun kıskançlığında kendi kıskançlığını bulacaktır.
Toplumun her kesiminin tiyatroya gitmesi gerektiğini düşünüyor musunuz ve neden?
Elbette. Tiyatro sadece bir sınıf ya da zümreye ait olan sanat dalı değil ki. Tiyatro yalnızca Cihangir, Moda elitlerinin sanatı da değil. Bir toplumu dönüştürebilme yeteneği tiyatronun özünde var. Varlık ilkelerinden biri de bu zaten. İleriye doğru adım atmak istiyorsak eğer bu adımları toplumun geneline yaymamız gerekiyor. Etik Nedir, diye bir oyunum var. Bunu İstanbul’un görece varoş olarak tabir edilen bir semtinde, açık havada oynadık. Başlangıçta anlayamayan ya da önemsemeyen topluluk bir vakit sonra hikayeyi dikkatle takip etmeye başladı. Sonra da oyuncuyla birlikte tartışmaya açıldı konu. Muazzam bir forum yaratıldı orada. İşte tiyatro bunun için var. Yoksa sen, ben, birkaç enetelektüel izleriz kendi kendimize. Ama bu yeter mi?
Tiyatro seyircisinin çoğalması için neler yapılması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Çocuk tiyatrolarının layığıyla yapılması gerekli. En temel sorun ve sorumluluk bu alanda çünkü. Maalesef çocuk tiyatrolarının pek çoğu sadece ticari amaç güttüğü için sanatsal estetikten, çocuk pedagojisinden, günümüz beğenilerinden çok uzakta işler çıkarıyorlar. Çocuklar bu oyunlarda eğlenmekten çok sıkılıyorlar. Bu nedenle tiyatro, çocukken izlediği sıkıcı bir eğlence aracı olarak hafızalarında kalıyor. Bu da geleceğin potansiyel bir tiyatro severinden mahrum kalmamıza neden oluyor. Bu konu bu yüzden hassas bir yerde. Bunun haricinde merkezi ve yerel yönetimlerin tiyatrolara olan destekleri artmalı. Maalesef bu alanda da yetersiz bir durumdayız. Malum ekonomik koşullar sebebiyle tiyatroya uzak kalan seyirci kitlelerini sahnelerle buluşturmak için idarecilerin daha fazla titizlikle bu konuya eğilmesi gerekli. Şu an için taşıma suyla değirmen dönüyor, o kadar. Yerel yönetimlere bağlı tiyatroların kurulması, amatör katılımcıların yer alacağı tiyatro atölyelerinin açılması, yılda bir kez bile olsa tiyatro şenliği yapılması da ilk aklıma gelen öneriler. Çok zor şeyler değil bunları yapmak. Yeter ki istenilsin. Ana akım medyanın sadece sermaye tiyatrolarını değil, seçkin ve bağımsız tiyatroların oyunlarını da vitrine taşıması gerek ki daha fazla seyirciye ulaşılabilme imkanı doğsun.
Ülkemizde tiyatroya olan ilgi ya da ilgisizliğin sebebi nelerdir?
Tiyatro sanatı Antik Yunan’da kurumsallaşmaya başlamış bir sanat. Yani geçmişi milattan önce 500’lü yıllara kadar dayanıyor. Orta Çağ’ın karanlığından çıkmış, kendini yenilendirmiş ve yapılandırmış. O kültürün kökleri sağlam. Bizde tiyatro daha yeni sayılır. Yapılan örnekler de batılı anlamda bir etkinin hakimiyeti mevcut. Bu da tiyatronun ister istemez halktan uzak, zor anlaşılan ve mesafeli bir sanat olduğu algısını yayıyor. Bunu kırmak gerek öncelikle. Tiyatro modern toplumlar için bir gerekliliktir. Ama sanata ve sanatçıya verilen değer ülkemizde ortada. Ekonomik koşullar da seyircinin ayağını çekmesine neden olabiliyor.
Sizce ülkemizde yeterince tiyatro oyuncusu yetişiyor mu? Ne yapılmalı?
Ülkemizde nitelikli oyuncu yetiştirme konusunda akademilerde bazı sıkıntılarımız var. Var ama gene de tablo çok vahim değil. Vahim olan bu kadar çok oyuncu mezun oluyorken, sektörde iş bulamıyor oluşları çoğu kez. Sadece tiyatro için de düşünmeyelim bunu. Bunun televizyon, sinema, reklam sektörleri de var. Fakat bu kadar çok oyuncuya ihtiyacımız var mı sektörde? Asıl sorulması gereken soru bu. Bence bu kadar çok oyunculuk bölümü mezununa ihtiyacımız yok çünkü yeterli bir istihdam sahası yok. O nedenle bölümlerden mezun olan pek çok arkadaşımız farklı alanlarda, farklı sektörlerde çalışmayı tercih etmeye başlıyorlar. Ayrıca sektör olamayan ama adına zoraki sektör dediğimiz alanda pek çok boşluk, pek çok sömürüye açık durum mevcut. İş yapıyorsun ama hakkını alamıyorsun mesela, bazı yapım şirketlerinin tekelinde dönen bir piyasa var, bazı menajerler sadece belirli kişilerle çalışıyor, standardının olmadığı pek çok koşul ve konu var, tiyatro ile yaşamın idamesi neredeyse imkânsız vs… Yani, sözün özü sektör olarak nitelendirdiğimiz yapı zaten baştan çürük ise yeni yetişen arkadaşların çaresizliği boşuna değil.
Dünya tiyatrosu tarihinde en çok etkilendiğiniz sanatçı kimdir? Sebebini anlatır mısınız?
Bertolt Brecht. Onun dünya görüşü, sanata ve tiyatroya olan bakışı, oyunları, biçimsel estetiği ve fikirleri beni etkilemiştir.
Türk tiyatrosunun dünyadaki yeri hakkında ne düşünüyorsunuz? Neler yapılabilir?
Açık konuşmak gerekirse bir yerimiz yok. Dünya ölçeğinde Türkiye’de yapılan tiyatroyu merak eden de yok. Kişisel başarılarla avunuyoruz o kadar. Çünkü ülkemizde orijinal bir estetik yok. Tereciye tere de satılmıyor. Dışardan oyun ithal ediyoruz ama oyun ihraç edemiyoruz. Ülkemizde çeviri eser çok, fakat bizim dilimizden dünyaya kaç eser çevriliyor yılda? Kaçı oynanabiliyor? Fotoğrafa bakınca ya karamsarlığa düşüyorsunuz ya da sinirleriniz bozulup gülüyorsunuz.
Ben Eskiden Çok Ünlüydüm
Şu an sergilediğiniz “Ben Eskiden Çok Ünlüydüm” isimli oyunun konusu ve amacından bahseder misiniz? Bu oyunun diğer oyunlarınızdan farkı nedir?
Kısa adıyla Beçü, çocukluğu 90’lı yılarda geçmiş bir oyuncunun gözünden geçmişe odaklanan oyun, içerdiği politik tavır ve toplumsal hafızaya yaklaşım şekliyle dikkat çekiyor. Ötekileştirilme sorununu bir çocuğun gözünden bakarak anlatmaya çalışıyor oyun.
Sosyal değerlerin hızla çürümeye yüz tuttuğu bir çağda sanatçının toplumsal sorumluluğuna işaret ederek başka bir ötekileştirilmenin sanat camiasındaki dışavurumunu bizlere gösteriyor. Etik Nedir’den sonra kaleme aldım, dilemma serisinin ikinci oyunu bu. Sezon içinde programı takip ederek oyunumuza gelmelerini mutlaka bekliyoruz tiyatroseverlerin.
Oyun yazarlığımın başlarında, biyografik oyunlarıyla tanınan bir yazardım. Cahide Sonku gibi, Ahmet Vefik Paşa gibi, Naşit Bey gibi tiyatro sanatımıza dokunuşları olmuş kişiliklerin hayatına dair kesitlerin olduğu, belgesel nitelikli diyemesek de, içinde gerçek kişi ve olayları da barındıran oyunlarım sahnelendi. Fakat aradan bir vakit geçip de, insanlar beni tanımaya başlayınca yapmayı arzu ettiğim tiyatroyu sahneye taşımaya çalıştım. Politik tiyatro çizgisinde oyunlar kaleme alıp bunları sahnelemeye doğru evrilen bir yazın serüvenim var. Vakti Geldi, Etik Nedir, Orijinal Günahlar, Nuh’un Gemisini Aramak, Ben Eskiden Çok Ünlüydüm gibi…
Şu an politik tiyatro yapan, bu çizgide ilerleyen ve yazan çok az çağdaş yazarımız var. Ben bunlardan biriyim. Beçü belki de bu serüvenin artık ustalık eserlerinden biri diyebilirim kendi adıma. Çünkü ne yazmak istediğimi, seyirciye ne söylemek istediğimi, elimdeki imkânları, varolan koşulları, neyi ne kadar yapıp neyi yapamayacağımı çok iyi bildiğim, sezdiğim bir döneme denk geldi oyun. Yazarken de yönetirken de aceleci davranmıyorum. İnatçılık yapmıyorum. Her şeyin her şekilde değiştirilebileceğini en baştan kendime kabul ettirerek yola çıkıyorum. Oyun seyredecek olanlar tam anlamıyla bir Gökhan Erarslan oyunu seyredecekler. Sahnede bir üslup var çünkü. Epik anlatıyla dramatik olanakların birleşimi var. Ben Eskiden Çok Ünlüydüm 90’lı yıllardan başlayan hikayesini bugün ile birleştiren bir oyun. 90’lı yıllar benim çocukluğum, ilk gençlik yıllarım, daha saf, daha temiz, daha hayalci olduğum zamanlardı o yıllar. Şu an yaşadığımız çağı düşündüğümüzde, çocukken hiçbirimiz bunu hayal etmemiştir zannediyorum. Geleceğe Dönüş filmindeki uçan arabaları bekliyorduk ama hala o arabalar yok.
Çok daha mutlu bir ülke ve hatta dünya hayal ediyorduk ama savaşlar bitmedi. Yoksulluk ve açlık bitmedi. Geleceğe umutla bakabilen bir yetişkinliğimiz yok artık. Bugünden dönüp baktığımda, şu an yaşadığımız sosyo-politik düzlemin, toplumsal dejenerasyonun ve kör oportünizmin maalesef temellerinin o yıllarda atılmaya başlandığını görüyorum. Tüketimin çılgınca arttığı, köşeyi dönmenin her türlü yolunun mubah sayıldığı, insanlara yalan vaatlerin kolaylıkla sunulduğu dönemlerdi 90’lı yıllar. İlk fitil 90’lı yıllarda ateşlendi ve maalesef 2000’li yıllardan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Özel televizyonların ortaya çıkması, ilk cep telefonlarının kullanımı, yeni bir dünya söylemleri… Son dönemlerde 90’ların sevilen şarkıları yeniden popüler oldu. Bir nostalji oluşturuldu. Çok da seviliyor bu. Oysa 90’ların her anı güzel anılarla dolu değildi. Umutlu yarınlardan söz etmiyordu. Ekonomik krizler, faili meçhul cinayetler, siyasi buhranlar, hileli iflaslar, batık bankalar ve daha pek çok şey… Susurluk’u yaşadık biz, Sivas Katliamını yaşadık, 5 Nisan’ı yaşadık… Çocukken her şeyin tozpembe göründüğü 90’lar aslında gelecekte bize çürümüş bir Danimarka Krallığı bırakıyormuş meğerse şimdi anlıyoruz. Benim için oyunu yazma süreci bu yüzleşmenin ağırlığıyla ve umutsuzluğuyla geçti diyebilirim.
Sahnede eşim Ezgi Hüyükpınar Erarslan var. Onun sahnede neler yapabileceğini bilmenin avantajını bu oyunda fazlasıyla kullandım. Bir yönetmenin oyuncusunu ve onun yapabileceklerini, bütün olanaklarıyla biliyor ve kullanıyor oluşu büyük şans. Bazen onun sınırlarını zorladığımı biliyorum ama bu onun sahnede çok çok daha iyisini yapabileceğini bildiğim içindi. Sahnede çok az dekor etmeni var. Lokomotifimiz de bir televizyon. O da sahnede ve oyunun başat öğesi. Bir değişimin simgesi o. Karakter ile o televizyon arasındaki sarsılamaz bağı görüyoruz. Hayranlık uyandırıcı bir renkli dünyanın nasıl bir insanın cehennemine dönüşebileceğine tanıklık ediyoruz. Provalarda oyunun seyirci için samimi olması üzerinde durdum. Karşılığını da alıyoruz. Oyuna gelen tepkilerden, yorumlardan görüp anladığımız bu. Bir anda günlen, bir anda ağlamaya başlayan seyircimiz çok oluyor. Bu samimiyeti, bu bağı kurabilmek şahane bir şey tabii ki. 10. Ekin Yazın Dostları Tiyatro Ödülleri’nde Yılın Küçük Salon En İyi Kadın Oyuncusu Ödülü geldi bize. Dahası da gelecektir eminim.
Oyunculuk ya da yönetmenlik hayali olanlara tavsiyeleriniz nelerdir?
Sabır. Sabretmeyi bilmeleri. Yenildiklerinde yeniden başlayabilme gücünü kendilerinde hissedebilmeleri. Yalnızlığa alışkın olmaları. Bir de Samuel Beckett’in şu sözünü unutmasınlar: ‘Dünyadasın ve bunun tedavisi yok.‘
Biyografi: Gökhan ERARSLAN
1982 yılında İstanbul’da doğdu. Türk oyun yazarı ve tiyatro yönetmenidir. 2005 senesinde British Council- Oyun Yaz Projesi’ne seçildi ve bir yıl süreyle work-shoplara katılarak yazarlık atölyelerinde bulundu.
2006 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık ve Dramaturgi Anasanat Dalı’nı kazanarak başladığı lisans eğitimini 2010 yılında bölüm birinciliği ile tamamladı.
Yüksek Lisansını 2019 yılında Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dramatik Sanatlar Anasanat Dalı’nda gerçekleştirdi. Yazdığı oyunlar Devlet Tiyatroları, İstanbul Şehir Tiyatroları, Sadri Alışık Tiyatrosu gibi çeşitli tiyatrolarda sahnelendi. Yazdığı ve yönettiği oyunlarla pek çok ödül aldı. Gestus Tiyatro’nun kurucuları arasındadır.
TRT için belgeseller ve çeşitli programlarda metin yazarlığı yapmasının yanı sıra seslendirme de yapmaktadır. Pek çok eğitim kurumunda idarecilik yapmasının yanında yazarlık, tiyatro tarihi, metin çözümleme vb. dersleri vermektedir.
Sahnelenen bazı oyunları: Orijinal Günahlar, Paşa Paşa Tiyatro yahut Ahmet Vefik Paşa, Etik Nedir, Market, Ben Eskiden Çok Ünlüydüm, Bir Düş Gibi- Cahide Sonku, Komik-i Şehir Naşit Bey…