Bu yazımda bazı çevrelerin “kızıl sultan”, bazı çevrelerin ise “ulu hakan” gibi lakapları uygun gördüğü II. Abdülhamid dönemine objektif bir yolculuk yapacağız.
Bu yazımın genel bilgi bütünlüğünde kaynakça olarak göstereceğim sevgili ve değerli hocalarımız Murat Bardakçı ve rahmetli Erol Şadi Erdinç’e hürmetlerimi sunarım. Kendilerinden okuyalım…
Devam etmeden evvel, önemli bir meseleye açıklık getirmek gerek. Makalemin giriş kısmında “objektif” vurgusunda bulundum… Objektif ele alınmayan, konuşulmayan tarih, yozlaştırılmış, amaçlandığınca uyarlanmış tarihtir. Bu nedenle, tarihi bir bilim alanı olarak, yapısı gereği tüm objektifliğiyle araştırmamız, ele almamız gerekir. Bazı tarihi şahsiyetleri, olayları, durumları karalayarak veyahut yücelterek gerçek dışılığa sürüklemek, hayali bir tarih çabasıdır ve tam olarak gerçek olandan uzaklaşmaktır.
Bildiğimiz üzre, sultan Abdülaziz öldürülür. Bunun üzerine Abdülhamid’in abisi V. Murat tahta gelip, yalnızca 93 gün tahtta kalıyor, sonrasında ise sultan Abdülhamid tahta çıkartılıyor. Şunu da göz önünde bulundurmak gerekir ki, sultan Abdülhamid tahtı abisinden vekaleten almıştır. Hatta bu konuda tahta çıkmasını sağlayan Midhat paşaya bir vekalet verdiği, Abdülhamid’in Midhat paşanın Yıldız Mahkemesinde mahkum olup Taif’e sürgün gittikten sonra çok arattığı bir belge vardır. Bu belgenin Osmanlıcadan çevirisi şöyledir;
“Sultan Murat tahta çıkıp padişah olmuştu. Fakat hastalanmıştı ve hastalığı düzelene kadar aşağıda imzaları olan dört şahit huzurunda vekaleten Osmanlı tahtına çıktım. Abimin sağlığı düzelince tahtı geri vereceğim.”
İmzalar;
- Kayserili Ahmet Paşa
- Serasker Hüseyin Avni
- Midhat Paşa
- Mütercim Rüşdi Paşa
Fakat Sultan V. Murat’ın sağlığı hiçbir zaman düzelmemiştir. Son zamanlarda ne kadar düzelmiş olsa da 28 sene Ortaköy’de, Feriye Sarayında hapis hayatı sürdükten sonra ölmüştür. Bu konuda da bir fıkra vardır gerçekliği elbette tartışılır;
Hanedanın büyüklerinden bir hanımefendi (muhtemelen halası, Adile sultan), “Hamid efendi oğlum, artık Murada hakkını ver” der. Yalnız sabahleyin kadının cesedini bulmuşlar, içtiği şerbetten zehirlenmiş.
Peki nasıl bir padişahtı Abdülhamid?
- Abdülhamid’in sultanlar arasında en çok gezmiş sultanlardan olduğunu söyleyebiliriz. Abdülaziz ile birlikte Fransaya, Londraya gitmiş, ve bunlardan da çok etkilendiğini görüyoruz. Örneğin Sherlock Holmes’ün yazarı en sevdiği yazarlardan biridir (Abdülhamid polisiye romanlarına bayılır) ve yazarı buraya bizzat getirtip madalya dahi veriyor.
- Fotoğrafçılığa çok ilgisi vardı. İnanılmaz koleksiyonları vardır. Bütün imparatorluğu fotoğraflıyor. Ve bu koleksiyonlar günümüzde hala mevcut. Tabii bu resim merakının jurnaller ile ilişkili olduğunu söyleyebiliriz, nerede ne var, halk ne yapıyor gibi. Çünkü sarayından pek çıkmıyor ve haliyle de olan biteni bilmiyor.
- Abdülhamid, sevenlerinin “yüce hakan”, düşmanlarının ise “kızıl sultan” dedikleri Abdülhamid değildir. Abdülhamid’i hem dönemine, hemde olaylara göre değerlendirmek gerekir. Abdülhamid evvela tuhaf bir ortamda padişah olmuş; çünkü ortada, kendisinden önce iki padişahı tahtından indirmiş bir kadro mevcuttu. Bu kadro karşısında her zaman indirilme tehlikesi olduğundan, çok önemli tedbirler almak mecburiyetinde kalmıştır. Devamlı bir kuşku…
Kanun-i Esasi ve Abdülhamid ile Midhat Paşa çekişmesi…
II. Abdülhamid’in tahta geçmesinin akabinde 23 Aralık 1876 tarihinde Kanuni Esasi yani anayasa ilan edilmiştir. Böylelikle Osmanlıda ilk kez bir hükümdarın hakları hukuki çerçevede sınırlandırılmıştır. Ayrıca o güne kadar yasama ve yürütme organlarını kendi üzerinde bulunduran hükümdardan yasama yetkisi alınarak bir de meclis kurulmuştur. Buna “genel parlamento” anlamında Meclis-i Umumi denmekle birlikte, ikili kamara denilen iki ayrı meclisten oluşuyordu:
- Meclis-i Mebusan: Milletvekillerinin yani seçimle gelenlerin oluşturduğu meclis.
- Meclis-i Ayan: İngilteredeki Lordlar Kamarası gibi olan, Senato da diyebileceğimiz, tayinle gelen kişilerin yer aldığı bir meclis. Doğrudan doğruya padişah atamasıdır.
Bu anayasa ile mutlak monarşi yerine anayasalı monarşi sistemine geçilmiştir. Meşrutiyetin de temelleri bu dönemde atılmıştır. Aynı zamanda Midhat paşayı da sadarete getirmiştir. Fakat bir yandan, Midhat paşa ile de devamlı bir çekişme halindelerdir. Peki kimdir Midhat paşa? Amcası Sultan Aziz’in ve abisi Sultan Murad’ın tahttan indirilmesinde başrol oynayan kişidir, devlet ricalidir. Bu vaziyet karşısında Abülhamid’in tutumu dikkatli olmayı benimsemektir. Dolayısı ile savaşı (24 Nisan 1877’de çıkan Osmanlı-Rus savaşı) bahane ederek bir süre (33 yıl) kanun-i esasi yürürlülüğünü durdurmak zorunda kalmıştır.
Midhat paşa ile aralarındaki bütün mesele Kanun-i Esasi meselesidir. Bütün mesele bunun yürürlüğe girmesidir. Ancak Abdülhamid’in nedense kanun-i esasiye karşı bir alerjisi vardır. Çünkü yönetmede her yöneten gibi kendine ortak istemez. Ancak ne yapsın, kendisine tabii olanlara bazı hakları vermek mecburiyetinde kalmış, kendi sonsuz yetkisini sınırlamıştır. Tam da bu noktada kendini güvenceye almak adına kanun-i esasi’yi durdurur.
Abdülhamid’in görüşü, bir tek hükümete ortak olmasınlar, veya kendi yetkisini sınırlamasınlar, onun dışında her şeyi yapmaya hazırdır, fakat Midhat paşaya güvenemez. Anayasa kabul edildikten sonra anayasaya ek bir madde ilave edilmiş ve Midhat paşa da bunu kabul etmiştir. Bu maddeye göre; Abdülhamid, yalnız Abdülhamid, beğenmediği, istemediği kişileri yurt dışına sürgün edebiliyor. Ve ilk uygulama Midhat paşaya oluyor.
Sultan Abdülhamid, Midhat paşayı İzzettin vapuruna bindirdikten sonra, halkın ne gibi bir tepkisi olacak diye 24 saat Çekmece koyunda bekletmiştir. “Halk ne tepki gösterecek?” diye. Çünkü çok tedbirli bir adam. Ama görmüş ki hiçbir tepki yok. Ondan sonra Brindizi’ye gönderilir. İspanya, Paris ve Londra’da bir süre kaldıktan sonra 1878’de Suriye Valiliği’ne, ardından 1880’de Aydın Valiliği’ne tayin edilir. Bu sırada sultan Hamid, Midhat paşadan hala, devamlı kuşkulanıyor. Midhat paşayı Sultan Aziz’in ölümünü bahane ederek, yargılanmak üzere İstanbula getirtmek istiyor, Midhat paşa da bunu anlıyor. Fransız konsolosluluğuna iltica ediyor. Bilal Şimşir’in yayınladığı belgeye göre Abdülhamid, Tunus’u Fransızlara vermek kaydıyla Midhat paşayı alıyor. Sorgulama heyetinde Cevdet paşa da var. Sonra çadır yargılaması dediğimiz Yıldız Mahkemesinde, hakim Sururi Efendi Midhat paşayı aralarında damat Mahmut paşanın da bulunduğu, bir kaç kişiyle beraber ölüme mahkum ediyor. Ancak Abdülhamid sonra ölümü sürgünle değiştirmiş ve Taif’e sürmüştür. Yine Midhat paşayı Fransızların kaçıracağından kuşku duyarak, ikisini de orada boğdurtmuştur.
Bahsi geçen bu sürtüşmeler ve kanun-i esasi olayları dışında, Abdülhamid dönemine biraz daha mercek tutalım…
- İmar hareketleri dışında, eğitime çok önem vermiş, çok okul açmıştır, elektrik ve telefonu getirmiştir, yani çok öncülüğü de vardır. Fakat bunlar başka, vesvesesi, baskısı başkadır, bunlar da göz ardı edilemez.
- Bir çok şey yasaklanırdı. Örneğin güreşmeyi İstanbul’da yasaklamıştır. Bu getirdiği bir diğer çarşaf yasağının sebebiyle aynı sebeptendir. Örneğin çarşaf yasağını çirkindir şudur budur diye getirmemiştir, teröristler çarşafla kadın kılığında kendisine bir şey yapabilir korkusuyla getirmiştir. Güreş de bununla yakın sebepten, fazla kalabalık ve saldırıya açıklık sebebiyle yasaklanmış olsa gerek. Bu yasaklamalara bir kaç örnek daha verelim:
- Örneğin İngilizcedeki “hall” kelimesi “hal – hal etmek” kelimesine benzerliği dolayısıyla bir sürü gazete ve kitaplardan çıkarttığı söylenir.
- Yada bir diğer örnek, Shakespeare ile igili olarak, Macbeth oyunu, Othello oyunu ve bunun gibi şeyleri, “konu olarak kral devrildiği” için yayınlanmasını, oynanmasını yasaklatmıştır.
- Bir örnek de “burun” kelimesidir. İnsanlar, II. Abdülhamid kavisli bir burna sahip olduğu için dalga geçerlerdi. Bu sebeple yasaklanmış, haritalardan dahi kaldırılmış, örneğin; zeytinburnu yerine … çıkıntısı denirdi.
- Son derece baskıcı bir dönemdir. Anayasa “resmen” vardır, “fiilen” yoktur; eli sopalı bir rejim söz konusudur. Üç kişi sokakta dahi yürüyemez, her an bir ihbar edilmenin -jurnal dediğimiz- söz konusu olduğu bir dönem.
- Hatta ve hatta, kurduğu hafiye teşkilatı ile hemen hemen herkesin kalbini ve aklını dinlemiştir. Bu bir tür paranoyanın işaretidir; hal edilme yada tahttan indirilme korkusudur.
Bir gün…
Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa yolda giderken sıkıştığı için Şeyh-ül İslam’ın evine uğramış. Hemen jurnal (ihbar) etmişler. Abdülhamid çağırtmış ve sormuş; “niye uğradın?”
Zavallı adam, el pençe divan halde telaşla, “Hünkarım, çişim geldi uğradım…” diye yanıt verir.
Yani bu kadar kuşkucudur.
Yazımda çokça bahsettiğim bu Jurnaller nedir?
Sultan Hamid bir hafiye / istihbarat teşkilatı kurmuştur. Herkes birbirini ihbar etmekte idi. Fakat bir süre sonra bu öyle bir hal almıştır ki, çocuk anne-babasını, kardeş kardeşi herkes birbirini ihbar eder bir hal almıştır. Hatta bir süre sonra bu jurnaller bir tür menfaat durumu olmuştur. Bunu bazıları geçim kaynağı olarak dahi kullanmıştır. Yalnız Abdülhamid’in dikkate değer bir özelliği de şudur; okuduğu jurnal yalan da çıksa jurnalciyi cezalandırmamış, yine onun gerekli ödemesini yapmıştır. Fakat Abdülhamid’in 1909’da tahttan indirilmesinden sonra iktidara gelen Jön Türkler – ittihatçılar – bu ihbarları, Jurnalleri yani ihbar mektuplarının hepsini, Sultan Ahmed’de merasimle yakmıştır. Hatta hareket ordusu Yıldız Sarayını işgal ettiği zaman da kalan jurnalleri imha eder. Çünkü orada kendi jurnalleri de vardır.
O dönemden bir jurnal örneği:
Bebek’te Cevdet bey isimli bir delikanlı, babasını ihbar ediyor. (günümüz türkçesine çevrilmiş halidir.)
Pederim Ekrem bey’in, Kandilli’deki küçük evine bu sahilden bir dehliz kazarak orada kötü bir iş yapacağını haber aldık. -yani boğazın altını Kandilli’den Bebeğe kazacaklar- Orada kimbilir ne yapacak bilmiyorum. Fakat şevketlu kudretlu merhemetlu velinimetimiz padişahımız efendimizin hayatından endişe ettiğim için bunu bildiriyorum.
30 Nisan 1900
Başka bir örnek:
Şevket isminde biri, abisini ihbar etmekte.
Abim İngiliz elçiliğine fazla gidip gelmekte, orada balolara katılmaktadır, efendimizin tahtına bir tehlike olabilir, tetkik edin.
Jurnalciliğin asıl sebebi neydi?
Sultan Hamid tahta, bir darbeyle gelmiştir. Ve tahta çıkışını sağlayan darbenin içinde bizzat kendisi de vardır. O yüzden de paranoyası olduğu söylenebilir; aynı şeyi kendisinin de yaşayabileceğini göz önünde her zaman bulundurarak bu içinden çıkılmaz paranoyanın esiri olmuştur. Evvele tahta geçtikten sonra ilk işi bu kadroyu dağıtmak olmuştur. Çünkü o kadro iki padişahı tahttan indirmiştir; sultan Aziz ve sultan V. Murad. Fakat Osmanlıda kuraldır, yani devletin ilk döneminden itibaren devam eden gizli bir kaide vardır; padişahı indiren, hele öldüren, hiçbir zaman hayatta kalmaz. Bu kurala hep uyulmuştur. İbrahimi öldürenler, III. Selimi indirenler, IV. Mustafayı indirenler, hepsi yok edilmiştir. Bu hanedanın yazılmamış kuralıdır ve o kurala Abdülhamid de uymuştur.
Abdülhamid’e Ermenilerden suikast teşebbüsü, 21 Temmuz 1905
Bu süikast tarih sayfalarında “Yıldız Suikasti” olarak geçmektedir. Abdülhamid cuma namazlarından sonra saraya dönerken gayet dakiktir, hangi dakikada nerede olacağı, nereden geçeceği, arabasına nasıl bineceği hep dakikası dakikasına birbirinin aynıdır. Tabii Ermeni komiteciler hesaplıyorlar, uzun süre planlıyorlar, ona göre bomba hazır ediyorlar. Faytona yükleyip Abdülhamidin arabasına yakın bir yerde patlatacaklar. Tam da o gün Abdülhamid’i Şeyh-ül İslam Cemaleddin Efendi lafa tutuyor. Bu sebeple üç veya dört dakikalık bir gecikme yaşanıyor. O yüzden de kurtuluyor. Bomba birden patlıyor, büyük bir şaşkınlık, karmaşa… Yalnız Abdülhamid hiç füturunu bozmayıp, olayı seyrediyor. Sonra oradaki arabalardan birine binip saraya arabayı kendi kullanarak dönüyor. Orada 20-25 tane at, 50 küsür de kişi ölmüştür.
Anlayacağınız üzere genel hatları ile II. Abdülhamid dönemi, kendisinin tahtta bulunduğu süre boyunca yoğun stresli bir süreçtir. Bir yandan çok büyük oranda toprak kayıpları, öte yandan iç karışıklıklar, bu karışıklıklar sebebiyle halk üzerinde kurulan baskıcı rejim, padişahın kendi içselliğindeki bir takım paranoya durumları neticesinde saraya kapanmış bir hayat… Her yönden zorlu ve stresli bir süreç. En çok da kendisi için. Bir hükümdarsınız, büyük bir imparatorluğu idare ediyor, sarayda yaşıyorsunuz. Fakat iç huzursuzluğunuz, başınıza neler geleceği ile ilgili tedirginliğiniz, yaşantınızı bir sarayda hükümdar rolünde yaşıyor olmaktan çok, korkularla sığınılmış bir sığınakta, kendi güvenliği için inanılmaz endişeli, yalnız bir insana dönüştürüyor. Okuduğunuz için teşekkürler.
Kaynakça
- Habertürk Murat Bardakçı yayın arşivi / Konuklar: Erol Şadi Erdinç – Pelin Batu
- Midhat Paşa ve Taif Mahkumları – İsmail Hakkı Uzunçarşılı
- Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi – İsmail Hakkı Uzunçarşılı