“Ey deniz minareleri, martılar, sisli ufuktan geçen gemiler…”
Sıcak bir yaz akşamıydı. Güneş, ufkun hemen dibine yerleşirken, deniz altın sarısına bürünüyordu. Rüzgâr, nazikçe kıyıya vuruyor, martıların çığlıkları denizin tuzlu kokusuyla karışıyordu. Çınar’ın neşeli sesi, bu huzurlu atmosferde bir yankı gibi sahildeki her köşeye ulaşarak duyuluyordu: “Elif Abla!”
Çınar’ı ilk kez tanıdığımda, gözlerinde denizin derinlikleri gibi bir dünya olduğunu hissetmiştim. Sarı saçları, güneşin altında parlıyor, beyaz teniyle kontrast oluşturarak ona farklı bir ışık veriyordu. İri gözleri, bazen gökyüzü kadar geniş, bazen de denizin derinliklerine dalan bir bakışla çevresindeki her şeyi keşfe çıkıyordu. Beş yaşındaydı, ama çocukluğunun saf, masum dünyası bir yetişkinin hayal edemeyeceği büyüklükteydi. Çınar’ın dünyası neşeyle doluyordu; her şey ona bir oyun, her şey bir keşif gibiydi. Ama işte, bazen küçük bir çocuğun gözlerinde, hiç beklemediğiniz bir şekilde, dünyayı anlamaya dair bir şeyler de görürsünüz. Çınar da o günlerde, denizle, balıklarla, dedesiyle kurduğu hayallerle iç içe büyüyordu.
Dedesi, Çınar’a her sabah denize açılmak için hazırlanırken, o da büyük bir heyecanla teknenin kenarına oturur, denizin derinliklerine bakarak balıkların varlığını hissetmeye çalışırdı. Her kayık çıkışı bir maceraydı. Dedesi, Çınar’a hep balıkların adlarını, teknenin nasıl ilerlemesi gerektiğini, rüzgarın nasıl ayarlanması gerektiğini anlatırdı. Çınar’ın gözlerinde, dedesinin her kelimesine karşı duyduğu hayranlık ve bağlılık belirgindi. O minik ama büyük yüreğiyle balıklara hayran olmuş, onları birer dost gibi kabul etmişti.
Bir gün, Çınar ve dedesi denize açıldıklarında, dalgalar teknenin burnuna vurdukça, Çınar heyecanla uzanıp balıkları yakalamaya çalışıyordu. Dedesi, elindeki direksiyonu sıkıca kavrarken, Çınar’a “Deniz büyüdü, dikkatli ol,” diyordu. O günden sonra, dedesi hastalandı ve bir daha denize açılamadı. Çınar’ın kalbinde, denizle olan bağının daha da güçlendiği bir dönem başlamıştı.
O günlerden sonra, Çınar her sabah deniz kenarına geldiğinde, eski balıkçı dostları gibi denizin kıyısındaki minarelere bakar, her biriyle yeni bir hikaye kurar, dedesinin deniz maceralarını hatırlardı.
“Çınar, ne yapıyorsun burada?” diye sordum. O, gülümseyerek elindeki kovayı bana uzattı. “Deniz minareleri topladım,” dedi. Sesi o kadar neşeliydi ki, adeta sahildeki tüm taşları da titretti. “Bunlar, denizaltı gemilerinin kuleleri,” diye ekledi hemen, minarelerini bana göstermek için ellerini heyecanla sallayarak. Gözlerinde bir parıltı vardı; bir tür hayal gücüyle dolu, bazen çok büyük olan, bazen de incecik bir kıvılcım gibi parlayan bir ışık.
Dedesiyle denizle kurduğu bu bağ, Çınar’ı her kaybolan minareye bakarken, kaybın değil, yeniliğin doğduğunu anlamasına yönlendirmişti. Minareler ona, her kaybolduklarında, her zaman yeni birinin geleceğini, her kayıp anının ardından bir başlangıcın doğacağını fısıldıyordu.
“Bunları neden topluyorsun, Çınar?” diye sordum. O an Çınar, birkaç saniyeliğine duraksadı. Gözleri bir an uzaklara daldı, ama sonra gülümseyerek cevap verdi: “Çünkü her gün yeni minareler buluyorum. Her gün deniz bana yenilerini getiriyor.”
Çınar, denizin her hareketini bir büyü gibi kabul ediyordu. Her dalga, her minare, her sabah deniz kenarına geldiğinde ona yeni bir şeyler fısıldıyordu. Her gün sahilde yeni bir minareyle karşılaşıyor, her kaybolan minarenin ardından başka birinin gelmesi ona, hayatın sonsuz bir döngüde devam ettiğini öğretiyordu. Ancak henüz küçük yaşına rağmen, Çınar hayal dünyasında bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordu. O, kaybolan her şeyin ardında bir şeyin eksik olduğunu duyumsuyordu. Ama bu eksiklik neydi?
Bir gün, Çınar minareleri toplarken, beni bir soruyla irkiltmişti: “Elif Abla, bu minareler neden kayboluyor?”
Bir an sustum, gözlerimdeki hüzünle karışan deniz, Çınar’a doğru aktı. “Her şey geçici,” dedim. “Ama minareler kaybolsa da, deniz her zaman onlara yeni bir yer bulur. Geçicilik, doğanın bir parçasıdır. Her kaybolan şey, bir başka şeyin doğuşuna işaret eder.”
Çınar, o günden sonra her sabah minareleri toplarken, biraz daha büyümeye başlamıştı. Ama büyüdüğünü hissetmiyordu. O sadece her gün yeni bir şey keşfeden, her minareyi özenle toplayan ve içindeki dünyayı şekillendiren bir çocuktu.
Bazen, gözlerinin derinliğinde kaybolan bir şeyin yokluğuna dair bir boşluk beliriyordu. Ancak bu boşluğu anlamak, onu hissetmek, içinde bir huzur yaratıyordu. Çünkü kaybolan her minare, yeni bir başlangıca dönüşüyordu.
Ve her sabah sahile indiğinde, her minareyi titizlikle toplarken, denizin bir başka sırrını öğreniyordu. Denizin sonsuz döngüsünü, kaybolan her şeyin ardından yeni bir şeyin doğacağını fark ediyordu. Çınar, o günden sonra her minareyi toplarken, artık sadece bir çocuk değildi. Minareleri toplarken, kendi içindeki denizin de büyüdüğünü hissediyordu.
Her kaybolan minare, ona yeni bir yolculuğun kapısını aralıyordu. Ve o, her sabah sahilde minarelerini toplarken, içindeki deniz daha da derinleşiyordu: sonsuz, gizemli ve büyülü.