Bazı yolculuklar haritada yalnızca bir çizgi bırakır; bazılarıysa kalpte derin bir iz… Gölyazı’ya yaptığım bu yolculuk, ikincisindendi.
Güney Marmara’nın çağrısı bazen bir rüzgârla gelir, bazen insanın içinde büyüyen bir sessizlikle. Daha önce Erdek’in tuzlu esintisini, Bursa’nın taş sokaklarında yankılanan tarihini ve Balıkesir’in dingin köy yollarını yaşamıştım. Bu kez ise eksik kalan bir cümleyi tamamlamak ister gibi rotam Gölyazı’ydı.
Sabahın beşiydi. Marmara Adası hâlâ uykudaydı. Sırtımda çantam, içimde tanıdık bir heyecan… Feribotla Erdek’e geçtim. Hava pusluydu ama içimde güneş gibi bir merak vardı. Bursa yönüne ilerlerken Gölyazı kavşağında indim. İki arkadaşımla orada buluşacaktım. Ama yol, kendi planını yapmıştı.
Arkadaşlarım gecikince yürümeye karar verdim. Altı kilometrelik yolu, zeytin ağaçlarının arasından, papatya ve gelinciklerin eşliğinde yürümeye başladım. Güneş yükseliyor, toprak kokusu derinleşiyordu. Üçüncü kilometrede bir traktör durdu. Yaşlı bir çift gülümsedi. Ramazan Amca, “Gel kızım, bize katıl, Gölyazı’ya bırakalım seni,” dedi. Gülümsedim ve yanlarına bindim. Traktör titreyerek ilerlerken, sohbetin neşesiyle yolculuğumuz devam etti.
İlk durağım, yüzyıllara meydan okuyan Ağlayan Çınar oldu. Rivayete göre, köyün Rum zamanlarından kalma bu ağaç, ayrılıkların ve bekleyişlerin tanığıymış.
Sokağın sessiz bir köşesinde, taş duvarların ardında tarihin fısıltısı gibi duran Aziz Panteleimon Kilisesi’ne yöneldim. Gölyazı’nın Rum geçmişinden kalma bu yapı, yıllara meydan okuyan bir sabırla ayakta duruyordu. Son yıllarda tadilat geçirmiş, onarılmıştı. Artık yalnızca geçmişin değil, bugünün de sessiz tanığıydı. Zamanın izlerini korurken, zamana da ayak uydurmaya çalışıyor gibiydi.
Kapısından içeri adım attığımda, taşların serinliğiyle yüzleştim. Kiliseye bakarken düşündüm: İnsanlar göç eder, zaman geçer ama bazı yapılar, belleğin kendisi gibi kalır. Gölyazı sadece doğasıyla değil, bu gibi sessiz tanıklarıyla da anlatıyor kendini.
Gölyazı, aslında bir yarımada ama eskiden gerçekten bir adaymış. Uluabat Gölü’nün ortasında, sanki zamandan korunmuş bir anı gibi duruyor. Gölde sandallar salınıyor, gözleme kokusu sokaklara yayılıyor, leylekler gökyüzünde süzülüyor. Arnavut kaldırımlı sokaklarda yürürken balkonlardan sarkan çiçekler, selam veren çocuklar, sohbet eden yaşlılar karşılıyor insanı. Her şey olması gerektiği kadar.
Çarşıda bir papağan dikkatimi çekti. Rengârenk tüyleriyle “Luka” adını verdikleri bu kuş, esnafın neşesi olmuş. Az ilerideyse tanıdık bir figürün adı anıldı: Yaren. Her yıl göçten dönen, aynı çatıya konan, aynı balıkçının teknesine gelen leylek.
Bu yıl henüz uğramamış buralara, başka bir köydeymiş dediler. Ama varlığı buradaydı sanki; her sözde, her bakışta. Belki de Gölyazı’nın ruhu, gerçekten onun kanatlarında saklıydı.
Göl kıyısında oturup gözlememi yerken bir şey fark ettim: Burada zaman yavaşlıyor. Bu yavaşlık, detayları daha çok fark ettiriyor. Sessizlik, telaşsızlık… Ve o sessizliğin içinde kendi içime doğru ilerledim.
Mehmet Amca’nın sözleri kulağımda çınladı:
— Yollar insanı hem yorar hem de büyütür.
Bu yolculuk sadece bir yer değiştirme değildi. Haritada bir çizgi gibi duran bu rota, aslında içimde açılan bir patikaydı. Kendimi aramak için değil, kendime rastlamak için çıkmıştım yola.
Gölyazı’da geçmiş hâlâ yaşıyor ama bugünün içinden, göz göze, el emeğiyle, yavaşça geçiyor. Yöresel ürün tezgâhlarında el yapımı reçeller, kurutulmuş otlar, gözlemeler… Mavi sandalyeli göl kahvesinde oturup bir çay içtiğinizde hem manzaraya dalıyor hem de içten sohbetlere tanık oluyorsunuz.
Ve tabii ki Yaren… Balıkçı Adem Amca’nın teknesine her yıl dönen leylek. Dostlukları bir efsaneden farksız. Göle doğru uzanan iskelede otururken, yanınızdan süzülen o kanat sesini duyarsanız şaşırmayın. O sadece bir leylek değil, bu köyün zamanı durduran hikâyesi.
Güney Marmara yolculuklarımın bir halkası daha tamamlandı.
Yol henüz susmadı.
Sıradaki hikâye, belki de çoktan yola çıktı bile.