Bir sabah, güneş henüz utangaç ışıklarını denize dokundurmaya başlamışken vardım Paşalimanı’na. Güney Marmara’nın gözlerden uzak, sözlerden ırak, zamanın kıyısında kalmış o yerinde…
Adını haritada ararken bile hafifçe utana sıkıla arıyor insan, çünkü sanki sadece bilenin bildiği, sevenin sevdiği bir sır gibi. Oysa adaya ayak bastığınızda, burada hiçbir şeyin saklı kalamayacağını, her şeyin doğrudan kalbe aktığını anlıyorsunuz.
Paşalimanı’nın tarihi de adanın dinginliği kadar derinlik taşıyordu. Bir zamanlar “Halone” adıyla anılan bu ada, Roma ve Bizans dönemlerinde yerleşim görmüş; Osmanlı döneminde ise İstanbul’un ileri gelen paşalarına hizmet ettiği için “Paşalimanı” adını almış. Söylentilere göre, bu liman; sefer öncesi paşaların dinlendiği, kimi zaman sürgün edildiği ama her durumda doğanın dinginliğinde yeniden kendini bulduğu bir yer olmuş. Adanın doğası, sanki hâlâ onların huzur arayan ruhlarını taşıyor gibi…
Gemiden iner inmez beni heyecanla bekleyen bir silüet yaklaştı. Üniformasız bir zarafetle ama tüm komutanlık vakarını taşıyan bir gülümsemeyle… Zekai Komutan’dı bu. Daha önce komutanlık yapmış, şu anda da Balıklı Derneği’nin yönetim kurulunda yer alan Zekai Bey, yıllardır tanıyormuşum gibi bir his verdi bana. Ciddiyetle karışık sıcaklığı öyle ustalıkla dengeledi ki, ilk andan itibaren “buraya aitim” hissi sardı içimi. Sonra beni, Harmanlı Köyü’ne doğru, Birsen’in evine bıraktı.
Harmanlı Köyü’ne uzanan toprak yol boyunca ilerledik. Yolun iki yanında kekik kokusuyla, kekliklerin sessizliğiyle ve zamanın neredeyse durduğu bir coğrafyayla çevriliydik…
Birsen’in sevecen kalbi, açık kapısı ve mis kokulu evi… Bahçesinde sohbet ederken, ada sorunlarından, geleceğe dair umutlardan ve dayanışmadan konuştuk. Birsen’in büyükçe bahçesi, her köşesinde emek kokuyordu. Toprağına kendi elleriyle can veriyor, çiçekler, sebzeler, fidelerle uğraşıyordu. Fıstık ağacının gölgesinde karşılıklı oturduk ve ada çaylarımızı yudumladık. Her şey, yabancı değil de ev sahibi gibi hissettirdi.
O sırada, beyaz renkli elektrikli aracıyla bahçeye zarifçe giren Levent Bey aramıza katıldı. Gözlerinden taşan heyecanla, adaya dair meseleleri bir solukta anlatmaya başladı. Sözlerinden çok, içtenliği konuşuyordu.
Köy meydanındaki hazırlıklar başlamıştı. Derneklerden gelen insanlar, ada halkı, gönüllüler… Sessizce ama belli bir uyum içinde çalışıyorlardı. Evlerden, adalardan, yaz mevsiminden, değişimden konuştuk. Boşnak kökenli ada halkının dayanışmacı ruhu ve geleneklerini yaşatma azmi hep canlı kalıyordu.
Ve nihayet, o çok beklenen “Yaza Merhaba Partisi” başladı. Deniz kenarındaki kafede kurulan uzun masalar, her köşeden yükselen kahkahalarla şenleniyordu. Masalarda tatlılar, ev yapımı çeşitli ürünler ve elbette ki o meşhur Boşnak böreği vardı: kıymalı, çıtır ve sıcacık. Her lokmada bir aile tarifinin, bir nesilden diğerine aktarılan emeğin tadı vardı.
Partinin ardından Birsen’in evine ve o dingin bahçeye döndük. Gün boyu konuştuğumuz tüm meseleler, sanki o bahçede tekrar dile gelmek için sabırsızdı. Hem ada sorunlarını konuşmaya devam ettik hem de Birsen’le birlikte akşam yemeği hazırlıklarına başladık. Domates doğranırken, bir yandan kıyıların korunmasından, çocukların yaz boyunca yapabileceklerine kadar birçok fikir ortaya döküldü. O an, mutfak da sohbetin bir parçası olmuştu; yemekler değil, umutlar pişiyordu sanki.
Toplantıya katılan pek çok kişi vardı. Ama anlatılar arasında parlayan şey, kişilerden çok bir topluluğun müşterek çabasıydı. Kimileri daha fazla etkinlik isterken, kimi deniz temizliği kampanyaları öneriyordu. Sessizce dinleyenler, sözü az ama özü çok olanlar… Her biri bu adaya farklı bir yerden ama aynı gönülden bağlıydı. Sözü bir anda ulaşım sorunlarına, kıyı temizliğine, gençlerin sürece katılımına getirdi. Hem içten hem çözüm odaklıydı.
Paşalimanı adasında okul yok, çocuk yok, ambulans, hemşire ve kargo hizmeti yok. Bu yoklukları çözmek isteyen dernek başkanları ise zaman zaman kendilerini çaresiz hissediyorlar. Ada elbette güzeldi; fakat onu bu kadar özel kılan, burada yaşayan insanların naifliği, topluma katkı sunma arzuları ve içten gelen o güzel kalpleriydi.
Burada, kimsenin tanımadığı, gizemli ve bakir bir doğanın içinde kendime ait yeni bir dünya buldum. Paşalimanı’nın taze havası, dinginliği ve zamanın ağır ağır aktığı bu yerde, kalbimde adanın izleri sessizce yerleşti. Gözlerimi kapattığımda, dalgaların usulca kıyıya vurduğu sesi, kekliklerin sabah ötüşünü ve o mis gibi kekik kokusunu hissedebiliyorum hâlâ.
Ve belki de en güzel hikâyeler tam da böyle başlıyordu:
Güneşin utangaç ışıklarıyla, bir dostun gülümsemesiyle ve içten bir adımın bıraktığı yankıyla…