Zamanın ötesine tırmanış: Marmara’nın saklı kalesi

Sabah henüz kendini tam göstermemişti. Deniz, mavi ile gri arasında kararsız bir renge bürünmüş; ada, sanki uyanmak için bizim adımlarımızı bekliyormuş gibi sessizdi. Marmara Adası’nda böyle sabahlar, insanın içine işleyen bir dinginlik taşır: rüzgâr hafifçe yaprakları hareket ettirir, uzaktan bir motor sesi duyulur, sonra her şey yeniden susar.

nato tepesi

Yolculuğumuzun ilk durağı NATO Tepesi’ydi. Bu yolculukta rehberimiz, adanın taşına toprağına sinmiş belleğini iyi bilen Salih Ağabey’di.

Göğün Eşiğinde Bir Bekleyiş: NATO Tepesi

Kalenin yoluna çıkmadan önce, adanın en yüksek noktalarından biri olan NATO Tepesi’ne yöneldik. Tepede, 1950’lerin Soğuk Savaş günlerinden kalma, zamanla harabeye dönmüş erken uyarı istasyonları vardı. Eskiden gökyüzünün nabzını tutan radarlar, rüzgârın estiği yöne göre metalik bir uğultu fısıldarmış gibi geliyordu insana. Bir zamanlar dünyanın gerginliğini taşıyan o kuleler şimdi yalnızca rüzgâra yarenlik ediyordu.

Tepeden bakınca, Tekirdağ, Çanakkale ve İstanbul sislerin arasından üç ayrı hayalet çizgisi gibi görünüyordu. Gökyüzünün mavisinin denizle birleştiği yerde Marmara, kendi içinde yeniden bir harita çiziyordu. Biz bu yüksekliğin yalnızca taş ve toprak olmadığını, adanın geçmişe açılan balkonlarından biri olduğunu hissediyorduk.

Ama biliyorduk ki günün asıl yolculuğu burası değildi. NATO Tepesi sadece başlangıçtı. Asıl hikâye, uzaktan bir çizgi gibi görünen o saklı kaleydi.

Saklı Kaleye Doğru: Zamanın Yonttuğu Patika

nato tepesi

NATO Tepesi’nden aşağı doğru inmeye başladığımızda rüzgâr yön değiştirdi. Sanki tepe bizi uğurluyor, kale ise çok uzaktan “hadi gelin” diye çağırıyordu. Önümüzde uzanan yol düz değildi; taşların, çalıların ve dik yamaçların zaman içinde yonttuğu zorlu bir patikaydı.

İlk önce kalenin siluetini gördük:
ince bir çizgi…
sonra biraz daha belirginleşen bir gölge…
derken güneş açtıkça ortaya çıkan bir taş kütlesi.

Ve istemsizce birbirimize baktık:
“Biz… buraya nasıl tırmanacağız?”

Kale, hem çok uzaktaydı hem de inanılmaz bir yakınlıkla elini bize uzatıyordu. Sanki yüzyıllardır kimsenin uğramadığı bir sır, yeniden hatırlanmanın vaktinin geldiğini fısıldıyordu.

Prokonnesos antik kenti ve Marmara Adası mermerleri: Saklı kale kalıntıları ve adanın tarihi dokusu.

Patika boyunca kuşburnu dalları bacaklarımızı hafifçe çiziyor, dikenler ayaklarımız etrafında küçük gölge oyunları oynuyordu. Her adım, atalarımızın yürüdüğü taşlara bir iz bırakmak gibiydi. Bir yanımızda dik yamaçlar yükseliyor, diğer yanımızda derin boşluklar nefes kesiyordu. Ama yolculuk bir yere gitmekten çok, bir şeyi yeniden hatırlamaktı.

Toprağın kokusu, taşların serinliği, kuşların ani kanat çırpışları… Hepsi bizi tarihin derinliklerine çağırıyordu.

Salih Ağabey’in Sesinden Süzülen Ada Hafızası

Bu esnada Salih Ağabey ara ara durup patikanın geçmişinden bahsediyordu. “Bu dağlarda çocukluğum geçti,” dedi bir yerde. “Bir yaz günü eşeğin üstünde uyuya kalmıştım; pantolonum yırtılmıştı. Kimse görmesin diye ince bir tavşan eti teliyle dikmiştim.” Bu anı, yoksulluğun içindeki zarafeti, adanın insanlarının dayanıklılığını taşıyordu.

Ama bu hikâyeler yolculuğun gövdesi değil; ruhuydu. Bize patikanın sadece taşlardan ibaret olmadığını, insan adımlarının da bu coğrafyaya iz bıraktığını hatırlatıyordu.

Kalenin Silueti: Bir Efsanenin Geri Dönüşü

Ve sonunda…
Kuşburnu dallarının arasından taş duvarlar yavaş yavaş yükseldi. Kale, güneşin altında bir efsane gibi beliriyordu. Zamanın içinden geri dönen bir hatıra gibiydi bu; yıllarca gizlenen, görünmek için doğru anı bekleyen bir yapı.

Bir an durduk.
Sessizce.

Çünkü karşımızda sadece bir taş yapı yoktu.
Bir adanın kalbi vardı.
Kayıp bir hafıza vardı.
Yüzyıllarca çocukların, kadınların, yaşlıların nefesini saklayan görünmez bir savunma vardı.

Marmara’nın saklı kalesi ve NATO Tepesi manzarası: Marmara Adası'nda tarih ve doğa yürüyüşü.

Adanın Görünmez Kalkanı

Kalenin bulunduğu yamaca inişimiz tam bir sınavdı. Patikalar dar, otlar sert, taşlar keskin… Ama sanki yolun çetinliği, kalenin sırrına hazırlanmak içindi.

Sonunda önümüzde belirdi:
Denizden bakıldığında görünmeyen, sessizce saklanan, adanın kalbine örülmüş görünmez kalkan.

Salih Ağabey’in sesi hafifçe titredi:
“Burası… adanın nefesi kesilmesin diye gizlenmiş bir siperdi.”

O taşlar, korsanların gözünden saklanacak şekilde örülmüş; içerideki yaşamı, insanın nefesini, çocukların sesini, ocakların dumanını yüzyıllarca korumuştu. Dışarıdan bakan, burada bir medeniyetin yaşadığını asla anlayamazdı.

Kalenin ardında eski köy kalıntıları açığa çıktığında zaman bir an durdu. Bu taşların M.Ö. 4000’lere uzanan adanın en eski sahiplerine, belki Frigyalılara, belki de daha kadim halklara ait olma ihtimali, kalenin etrafına görünmeyen bir efsane sisi örüyordu.

Prokonnesos’un Beyaz Damarı

Rüzgâr yavaşça esip kalıntıların üzerindeki tozu havalandırırken Salih Ağabey diğer büyük hikâyeyi hatırlattı:
Prokonnesos.
Adanın kadim adı.
Dünyanın mermeriyle tanıdığı ada.

Ayasofya’nın kubbesine uzanan sütunların, Roma’nın saraylarının, Akdeniz şehirlerinin beyaz ihtişamının kaynağı olan ada.

Her mermer damarı hem zenginlik hem hırs, hem emek hem de savaşın izlerini taşıyordu.
Taşların içinde donmuş bir tarih dolaşıyordu.

Zaman Kapısından Geçiş

Kalenin serin gölgesinden köye doğru inerken, ahlat ağaçları rüzgârla hışırdıyordu. Taşların arasından eski ayak seslerinin yankısı geliyor gibiydi. Sanki her dal, her taş, her gölge bir şey anlatmak için bekliyordu.

Bu yolculuk, ayaklarımızda sadece toz bırakmadı; içimizde derin bir iz bıraktı.

Dokuz kişilik küçük ekibimizle başladığımız bu yol, bize adanın gerçek gücünün taşlarında değil, o taşları koruyan görünmez hikâyelerde saklı olduğunu öğretti.

Kale, bir yapıdan çok daha fazlasıydı:
Adanın sessiz direnişi, unutulmuş hafızası ve zamanın ötesinden gelen çağrısıydı.

Biz o gün yalnızca bir yere varmadık.
Bir hatıraya dokunduk.
Bir sırrı uyandırdık.
Ve adayı yeniden duyduk.

Marmara’nın saklı kalesi, o gün hepimizin kalbinde yeniden kuruldu.


🌐 Bunlar da ilginizi çekebilir:

Elif Mert
Üç kuşak İstanbullu bir aileden geliyor. Eğitim hayatını İstanbul’da tamamladı. Marmara Üniversitesi Fransız Dili ve Eğitimi ile İstanbul Üniversitesi Çocuk Gelişimi bölümlerinden mezun oldu. Kısa bir dönem Saint Joseph Lisesi'nde öğretmenlik yaptıktan sonra gönüllü kuruluşlarda çocuklarla çalıştı. Düşünen, sorgulayan, barışçıl, kendi iç yaratıcılığını harekete geçiren, farklı dil ve dinlere saygılı, özgüvenli çocukların yetişmesine destek olan bir vakfın eğitim ve yönetim departmanlarında görev aldı. Türkiye'nin yetmişe yakın ilini gördü ve farklı renklere sahip Türkiye’nin çocuklarıyla çalışmak, çocuk ve insan sevgisini daha da geliştirdi. Kitap editörlüğü, içerik oluşturma, metin yazarlığı ve çocuk gelişimi alanlarında çalışmalarına devam ediyor. Ayrıca Marmara Adası Asmalı Köyü Kültür ve Dayanışma Derneği’nde eğitim, kültür, sanat, çocuk ve doğa alanlarında aktif çalışmalar yürütüyor. Hayatın güzelliği bakış açısında gizlidir. Eğer hayata güzel bakarsanız, hayatın size akacağına, iyiliğin ve güzelliğin hep sizinle olacağına inanıyor. Okumayı, deneme ve makale yazmayı, öykü kaleme almayı, tasavvufu ve manevi değerleri, bendir çalmayı, tarihi, yeni yerler keşfetmeyi, farklı kültürleri, doğayı, insan psikolojisini ve yabancı dilleri seviyor. Ayrıca bu dilleri konuşmayı ve çeşitli eğitimlere katılmayı da önemsiyor. Profesyonel seslendirme eğitimi alıyor ve bu alanda uzmanlaşmaya yöneliyor. İndigo Dergisi’nde çocuk gelişimi alanındaki yazılarının yanı sıra doğa, kültür ve insan hikâyelerine dair yazılar da kaleme alıyor. KitapHaber adlı kitap inceleme platformunda kitap eleştirmeni olarak, okuduğu kitaplara dair detaylı değerlendirmeler ve yorumlar paylaşıyor.