Yirminci yüzyılın en kanlı diktatörlerinden ikisi geçtiğimiz ay; biri eceli diğeri asılmak suretiyle dünyamızdan ayrıldılar. Pinochet ve Saddam’dan söz ediyoruz.
Pinochet ve Saddam’ın Sonları…
Pinochet, “uygarlığımızın” çok sevdiği ve kaybolacak diye ödü koptuğu “özgür iradenin tecellisi” demokrasi ile iktidar olmuş devlet başkanı Salvador Allande’yi Şili’de devirip, ardında binlerce kayıp, ölü, işkenceden geçmiş ve sağlığını yitirmiş insan bırakarak yıllarca yönetmiştir.
Soğuk Savaşı’n en yoğun yaşandığı bir zaman diliminde dünyada seçimle iş başına gelen “sosyalist” hükümet, o günlerin klasik uygarlık söylemine çok ters düşüyordu. Dünyamız sosyalist sistemleri özgürlük karşıtı olarak gösteriyordu. Bugün aynı söylem üçüncü dünyaya yönelik saldırların ve işgallerin nedeni olarak yine kullanılmaktadır.
Sosyalizmin temsilcileri o kadar özgürlük düşmanıydılar ki; her türlü davranışı hak edebiliyorlardı. Şili’deki askeri darbenin arkasında duran güç bugün ortadoğuda bir başka ülkede yine özgürlük ve demokrasi savaşı vermektedir. Dünyadaki sosyalizm alternatifinin kökü öyle bir kazınmalıydı ki, bir daha böyle bir “seçime” kimse kalkışmamalıydı. Bu nedenle örneğin bizdeki karşılığı “halk müziği ozanı” olan Victor Jara (1) isimli sanatçının iki kolunu birden kırıyordu; “alemlere ibret” olsun; bir daha gitar çalamasın diye.
Özgür ve bir o kadar da uygar dünyamız Şili’de olup bitenleri ıslık çalarak izlerken akıllarına böyle bir vahşeti durdurmak üzerine Birleşmiş Milletlere ait “koalisyon gücü” oluşturmayı getirmiyorlardı. Bu çok daha sonra gelişecek bir akıldır, evrim için zamana ihtiyacı vardır.
Hatta Irak’ta istikrarı sağlamak adına Saddam’ın bir askeri darbe yapmasını da destekliyorlardı. O yıllarda haber bültenlerinde askeri rejimlerin ilanına ait bildirilerinin okunduğu yayınlar yapılıyordu. Aynı zaman diliminde ülkemizi de iki adet darbenin ziyaret ettiğini küçük ve sevimli bir anı olarak ekliyoruz.
Uzatmayalım efendim…
Pinochet, diktasını 1990 yılına kadar sürdürdü. Bu süre içinde “bilinen” 3 bin kişinin ölümünden sorumlu tutuluyordu. Fakat uygarlığımız bu adamı mahkemeye çıkaramadı. Birkaç kere tedavi için gittiği Avrupa ülkelerinde gözaltına alındı; ama bizim bildiğimiz, hiçbir suçtan ötürü hakkında bir hüküm giymedi. Gittiği her yerde aşağılandı, tepki gördü; ama nispeten özgür yaşadı ve öldü.
Herkes onun kimin adamı olduğunu çok iyi biliyor elbette. İşini çok iyi yapan sadık bir “köpek” gibiydi. (*)
***
Saddam Hüseyin Irak’ı yine benzer yöntemlerle yönetti. Çok uzun yıllar o “özgür uygarlığın” hizmetindeydi. Geçtiğimiz ayki sayımızda bundan uzun uzun söz ettik (Bkz. Uygarlığımızın Vicdanında Yargılanmak ). Saddam insanlık tarihinin en kanlı diktatörlerinden biriydi kuşkusuz. Ölüm şekli gibibinlerce insanı iktidarını korumak için astırmıştı. Halepçe’de siviller üzerineuyguladığı kimyasal silahlarla daha bebek yaşındaki çocuklar dahil yine yüzlerce incanın ölümüne sebebiyet veren kararlar almıştı. Satranç tahtasındaki bir taştan ibaretti elbette; yine birilerinin emriyle İran’a açtığı savaş sonucu bir milyon insanın hayatı ile oynamıştır. Asla suçsuz değildi. Kimsenin onun arkasından şu çok kısa bir muhasebesini yaptığımız suçlarından ötürü üzüldüğünü sanmıyorum.
Ama beni rahatsız eden şeyler var. Hepimizin düşünmesi gereken… Unutmadan…
Irak’ta 2003 yılında bir halk ayaklanması olmuş ve Saddam bunun sonucu iktidardan indirilmiş; yine onun kurduğu bir mahkemede bütün suçlarından yargılanıp, mahkum edilmiş olsaydı; okuyor olduğunuz yazının konusu başka bir şey olurdu.
Öyle olmadı.
Irak önce eşi benzeri görülmedik basit iddialarla “Koalisyon Güçleri” tarafından işgal edildi. Sonra ülke parçalara, bölgelere ayrıldı. Operasyonla birlikte yedi yüz bin insan öldü; üç milyon kişi evinden yurdundan ayrılmak zorunda kaldı. Onların gelecekteki akıbetlerinin ne olacağını bilmiyoruz.
Uygarlığımızın bundan yüz yıl önce Anadolu’da olmuş bu göç benzeri acıların hesabını hâlâ Türkiye’ye ödetmek isterken, Irak’ta olup bitenlere karşı “Sizin yaptıklarınızı onaylamıyoruz” havasının ötesine geçmeyen bir tutum takınmalarının lisan-ı karşılığı; ikiyüzlülüktür.
Bür süre sonra Saddam yakalandı. Bazı ülkelerde bu olayın sanki kurtuluş günüymüş gibi karşılandığı sahneleri hatırladığımızda; bir süredir dünyamızı kuşatmış olan uzaylıların saldırılarını sona erdiren bir zafer kazanmış olduğumuz hissine kapılıyoruz.
Saddam nasıl bir adamdır ki; nasıl bir güçtür ki, bu insanları bu kadar korkutabilmiştir? Uygarlığımızın hiç mi kendine güveni yoktur? Bir sürü korkaktan oluşan, bulundukları pozisyonu kaybedecekleri paranoyası içindeki zavallı bir topluluk mudur? Ya bize gösterilen devasa büyüklükteki bu gelişmişliğin altında bir şey yok; ya da birileri bizleri ısrarla aptal yerine koymak istemektedir.
Saddam çok küçük bir üçüncü dünya ülkesinin yine küçük bir diktatörüdür; o kadar. “Bu adamı yakalamak için yedi yüz bin insan ölmeli midir?” sorusunu sormazsak, “gerçek” uygarlıktan ve insanlıktan nasibimizi alamamışız anlamına gelir..
Saddam’ın idamı sonrasında bu durumun mümessilleri “Çok adil bir yargılama yaptık” deme ihtiyacı duymaktadırlar. Yine geçen ayki sayımızda bu yargılamanın vicdanımızda nereye oturduğunu tartışmıştık.
Evet, siz gidiyorsunuz, bir Irak’ı işgal edip, devlet başkanını yakalayıp hapisanelerinize tıkıyorsunuz, Iraklılar’dan oluşan bir mahkemeye çıkarıyorsunuz, bütün bu yargı sürecini televizyonlardan dünyaya ilan edip,gösteriyorsunuz; sonra hükmü verdirip, kendi hapisanelerinizden çıkarıp, Iraklı cellatların eline verip, astırıyorsunuz.
“Taze patlatılmış pop-corn da ister miydiniz?”
Biz de sizin yerinizde olsak, herhalde karşılıklı geçer “Ne güzel iş çıkardık” diye sırıtırdık kuşkusuz.
Kuşkusuz idam günü Amerika’da yaşayan evsizler ateşler yakıp sokaklarda kutlamalar yaptılar. Afrika’nın kurumuş, çöl olmuş toprakları üzerinde açlıktan ölmek üzere olanlar da canlanıp, bir gün yaşayacak kadar moral bulmuş gözüküyorlardı; Üçüncü dünyanın diğer ülkelerinde sefalet çekenlerin de Saddam’ın asılmasıyla huzur bulduklarını haber bültenlerinde izliyoruz. Kuşkusuz Fransa’nın gettolarında yaşayan Cezayirlilerin de kendilerini daha fazla güvende hissetmeleri gerekir.
Ceza bir anlamda ders vermektir. Kimse yaptıklarının hesabını vermeden yaşayamaz, kuşkusuz. Saddam suçludur ve yaptıklarının hesabını elbette vermelidir.
Ya Saddam’ı yaratanlar; olup bitenler sırasında nasıl huzurla uyayabilmektedirler?
“Biz bu hale geleceğini beklemiyorduk.” diyerek kurtulmak mümkünse; o zaman size sormazlar mı, “Saddam da beklemiyordu?” diye?
Saddam’a kimyasal silah satanlar ya da yapımının bilgisini ve desteğini verenler? “Bu iş serbest ticarettir?” mi diyecekler? Liberalizme mi sığınacaklar?
“Pop-cornun yanında cola da alır mınınız?”
21.Yüzyılın içinde Irak’ta Abu Ghraib’te olup bitenlere izin verenler ya da olmasına zemin hazırlayanlar, bugün hesap veriyorlar mı? “Bu iş üç adet sapık askerin mesuliyetindedir” diyerek, gelişmişliğimizin en büyük sığınakların bir tanesi olan, uygarlığımızın nesnelliğini tartışmaya her açışımızda karşımıza bir sapkınlık, kişilik bozukluğu çıkarıp, geçiştirmek, kurtuluş olabilir mi?
Son olarak idamın neticelerini konuşarak bu sevimsiz muhabbeti kapatalım.
Bunun bir ceza değil, siyasi bir cinayet olduğunu düşünen Araplarla, büyük bir kutlamaya dönüştüren Şiiler arasında 2007 yılında neler yaşayacağını hep beraber yaşayıp göreceğiz. Saddam’ın Halepçe katliamından değil de 1982 yılındaki olmuş Duceyl’deki 148 Şii’nin öldürülmesinden ötürü idama mahkum edilip infaz edilmesini çok anlamlı bulmalıyız.
Özgürlük ve demokrasi aşığı, o büyük gelişmiş “yanılmaz” akıl; çok duyarlı bir vicdana sahip uygarlığımızın Saddam gibi isim ve simge olmuş “sünni” mezhebine sahip kişinin, bayram arifesinde asılmasına izin vermesinin arkasında nasıl bir hesap yattığını da kendimize sormalıyız.
Amaçlanan şey huzur mu yoksa daha fazla şiddet ve istikrarsızlık mı?
Sahi, hep İncil’deki bir ayeti hatırlatırsınız ya; “bilmek seni özgürleştirecek.”
Bir türlü özgürleşemediklerine göre neyi bilmiyor bu cahil ve barbar halklar? Neyi saklıyorsunuz, onlardan? Ya bir yol ayrıma gelir ve bilmekten ya da özgürleşmeden feragat ederlerse?
Pinochet ve Saddam iki kanlı diktatör
Eşzamanlı yaşamış, ülkelerini benzer şekillerde yönetmiş ve aynı yere hizmet etmiş iki kanlı diktatör ve iki farklı son.
Belki de hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Saddam’ı asarak idam edenler onu kimileri için kahramanlaştırarak, ebedi bir diyet ödemektedir? Kim bilir?
* Allende’nin sosyalist bir ülke kurma girişimi doğal ki sermaye çevrelerinin muhalefetiyle karşılaştı. ABD de bu süreci bozmak için elinden geleni yapıyordu. Zamanın Amerikan Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, daha sonra, Eylül 1970’de Başkan Richard Nixon‘un kendisine, Şili’de Allende hükümetine karşı bir darbe örgütlenmesi talimatı verdiğini açıklayacaktır. Kissinger ayrıca bu operasyonun bir ay sonra iptal edildiğini iddia eder ama, geçtiğimiz yıllarda yayınlanan Amerikan hükümet belgelerinin de gösterdiği gibi, CIA darbenin örgütlenmesi işinde doğrudan yer almış, darbeyi ise Amerikan ITT telekomünikasyon şirketi finanse etmiştir.