Aradığın şey kadardır değerin. Farkındayım içimdeki gerçeğin. Ararım sürekli gerçeği. Ona koşarım durmadan. Kendini bilen Rabbini bilir. Neyi arıyorsan O’sun sen!
İçimdeki bilge: Neyi arıyorsan O’sun sen!
Geçenlerde içim çok bunaldı. Ufacık evimin ufacık penceresinden dışarıya baktım. Hava çok güzeldi. Güneş, gülen yüzüyle sadece havayı değil insanların da içini yoğun bir sevgiyle ısıtıyordu. Kuşların sesleri, insanların mutlu ifadeleri ve rüzgarın tatlı tatlı esmesi bu ortamı daha da güzel kılıyordu. Sıkıntım geçer diye dışarıya çıkmayı düşündüm. Çıkarım, gezerim, belki rahatlar, sıkıntımı atarım diye içimden geçirdim.
Sokağa çıktığımda manzaranın görünenden daha mükemmel olduğunu fark ettim. Yoldan geçen insanlara selam verdikten sonra bizim parkın yolunu aldım. Ama ne tuhaftır ki ben gittikçe hava bir garipleşti. Güneş yüzünü bulutların arkasına sakladı, kuşlar seslerini alçalttı, birkaç dakika sonra kuşlar da sustu. Rüzgarın tatlı esintisi kayboldu. Bir sis bastı ortalığı. Sis arttı da arttı. Göz gözü görmez oldu. Sağa döndüm yürüdüm, sola döndüm yürüdüm. Yok. Bulamadım yolu, kayboldum. Kendi bacaklarımı bile göremiyordum. Derken bir salıncak gıcırtısıyla irkildim. Tüm hüznüyle gıcırdıyordu bir salıncak. Ses vardı ama görünen bir salıncak yoktu. Takip ettim sesi. Yürüdüm de yürüdüm. Sonunda bir parka çıktım. Bizim park gibi değildi. Eskimiş, oyuncakları kırılmış, paslanmıştı.
Salıncağa oturmuş bir ileri bir geri sallanan bir çocuk fark ettim parkın sonunda. Hem de deliler gibi ağlıyordu. Hemen çocuğun yanına gittim ve eğildim. Ellerini tuttum. “Noldu? Niye ağlıyorsun?” dedim. Çocukta hiçbir şaşırma ifadesi olmadı. Sadece ağlamasına biraz ara verdi, büyük bir sakinlikle yere eğmiş olan kafasını kaldırdı ve gözlerini gözlerime dikti. “Nasıl ağlamam! İnsanlar çok acımasız, hiçbir şey umurlarında değil. Hiç kimseyi düşünmüyorlar kendilerinden başka.” Şaşırdım bu sözleri duyunca. “Evet” dedim. “İnsanların bazıları öyle ama hepsi öyle değil ki. Seni kim incitti?” Yemyeşil, ıpıslak gözlerini gözlerime dikti. O yumuşacık ses tonuyla usulca cevapladı “Kendim incittim. Kendi içimdeki incitti. Terbiye edemedim içimdekini o da beni incitti. Her insan onun yüzünden incitiyor birbirini. Aldırış etmiyor. Aramıyor, sormuyor. Kendi değerini bilemiyor.” İyice şaşırmıştım.
Bu küçücük çocuktan bu laflar nasıl çıkardı. “Kendi değerini bilemiyor!” demişti. Ben de bilmiyordum ya, o yüzden şaşırmıştım. “Değer” kelimesini yineledim kafamda. Ne anlama geliyordu acaba? Her insan çok değerliydi mutlaka ama başka net bir cevap verilebilir miydi? Sordum merakla çocuğa “Kendi değerini bilmiyor diyorsun. Peki, sen söyle çocuk, insanın değeri ne kadardır?” Çocuk gözlerindeki son gözyaşlarını da sildi. Çok büyük bir olgunlukla gözlerime baktıtekrar. Gözlerinde kayboldum çocuğun bir ara. Çocuk ta kayboldu ben kayboldukça. Geriye çocuk değil saf bir enerji kaldı, tüm hücrelerimde hissettiğim. Sonra geri geldim saniyesinde. “İnsanın değeri, aradığı şey kadardır.” (1) Dedi ve salıncaktan inerek sisin içinde koşarak kayboldu.
Neyi arıyorsun?
Kafam iyice karışmıştı. Bunu düşünüp duruyordum “Aradığı şey kadardır…”Bu sırada sis biraz daha dağılmıştı. Önümü daha iyi görebiliyordum şimdi. Kafamdaki sisler nasıl dağıldıysa önümdeki sislerin de bir kısmı dağılmıştı. Yine de yolu bulamıyordum. Ta ki yine bir ses duyana kadar. Ağlama sesi… Hemen sese koştum ve yine o çocuğu buldum. Yıkık bir evin önüne oturmuş. Yine ağlıyordu. Yanına yaklaştım. “Nerelere kayboldun?” diye sordum.
“Arıyordum” dedi. Sormaya korktum ama cesaretimi topladım ve sordum. “Neyi arıyorsun?” Usulca cevapladı. “Kendimi arıyorum.”
Anlamamıştım. Kendisi zaten yanı başındaydı. “Kendini nasıl arıyorsun, neden arıyorsun?” diye sordum. Şöyle cevap verdi: “Kendi benliğimin derinliklerine inmeye çalışıyorum. Kendimi öyle arıyorum. Bana düşman kesileni terbiye ederek engelimi kaldırmaya çalışıyorum. Acılar çekiyorum bu yolda. İnsanların çektirdiklerine de çektiklerim kadar değer veriyorum. Her insandaki sevgiyi görüyorum. O sevgileriyle, sevmeye çalışıyorum. Zor ama doğru!”
Kendini bilen Rabbini bilir!
Kafamda bir yığın soru vardı. Hem çocuğun dedikleri hem de başıma gelen bu tuhaf olay karmaşa yaratıyordu. Bir sürü karmaşa içinde bir şeyi fark ettim. Neden aradığına cevap vermemişti. Korktum aslında sormaya. Çünkü çok derin cevaplar alıyordum o küçücük bünyeden. Yavaşça eğildim “Neden arıyorsun kendini?” diye sordum. Ayağa kalktı. Gözlerini gözlerime dikti tekrardan. Usulca fısıldadı; “Kendini bilen Rabbini bilir!” (2) Koşmaya başladı tekrar ve siste yok oldu.
Ne düşüneceğimi bilemedim. Fark ettiğim tek şey sisler biraz daha dağılmıştı. Daha iyiydi şimdi. Yönümü kestirebiliyordum. İleride evimi fark edebildim zar zor. Oraya doğru yürümeye başladım. İçimden de çocuğun dediklerini geçiriyordum. Bağlantıyı kurmaya çalışıyordum. Kurdukça daha da şaşırıyor, kafamı daha da karıştırıyordum. Düşünmemek istiyordum ama mümkün değildi. Onca geçen boş hayatıma rağmen bu tür bir olay. Gerçek miydi bütün bu onlarlar değil miydi yoksa? Fantastik geliyordu. Ama yaşıyordum işte.
Evime yaklaştıkça çocuğu fark ettim. Şimdi de evimin kapısının önünde oturmuştu. Artık ağlamıyordu. Merak ettim. Artık çocuğun kim olduğunu, nerden çıktığını bırakmış, ne demek istediğine yoğunlaşmıştım. Adımlarımı hızlandırdım. Çocuğun yanına geldiğimde çocuk geldiğimi bile fark etmemişti. Yanına oturdum. Ben bir şey demeden o kafasını kaldırdı. “Tanrılar ölümsüz insanlar, insanlar ölümlü tanrılardır!” ** dedi usulca. Dondum kaldım. Bu söz de ne demekti şimdi? “Efendim?” dedim. Artık daha saygılıydım ona karşı. Ona bir çocuk gözüyle bakarken eskiden, artık bir bilge gözüyle bakıyordum. Onun içinde dışarıdan gözükenden daha fazla bir varlık olduğunu hissedebiliyordum.
Aradığın şey kadardır değerin; neyi arıyorsan sen O’sun!
Ayağa kalktı. Dönmeye başladı. Dönerken de o tertemiz ses tonuyla konuşmaya başladı:
“Aradığın şey kadardır değerin. Farkındayım içimdeki gerçeğin. Ararım sürekli gerçeği. Ona koşarım durmadan. Kendini bilen Rabbini bilir. Ararsan kendini, aramış olursun Rabbini. Aradığın şey kadardır değerin;
Can konağını aramadaysan Cansın,
Bir lokma ekmek arıyorsak ekmeksin,
Şu nükteyi biliyorsan işi biliyorsun demektir:
Neyi arıyorsan o’sun sen. (3)
İstersen dersin buna evrensel bir yasa. İstersen dersin boş bir tasa. Ne dersen dersin ama şu kesin ki; sen gerçeğin ta kendisisin.”
Gözlerime inanamıyordum. Döndükçe ışıklar yayıyordu. Ne diyordu bu çocuk. Ne derin bir sevgi yayıyordu. Kimdi? Neyin nesiydi? Ne demek istiyordu? Çocuğun yaydığı ışık iyice büyüdü. Gözlerim kamaşmaya başladı. Ve çocuk bir anda durdu. Tüm sis kalkmıştı. Her şey, ağaçlar, rüzgar, kuşlar, çocuğun o yemyeşil bakışlarına odaklanmıştı tek bir şey söyledi çocuk: “Enel Hak!” ve yok oldu. Patladı adeta. Geride kaldı kocaman bir ışıktan kapı. Işıktan bir geçit. Ne yapacağımı şaşırdım. Kafamın karışıklığı geçmiş tüm bilgiyi anlamıştım. Işık etrafı değil aslında içimi, beynimi aydınlatıyordu. “Gel!” dedi kapının içinden kalın, gür bir ses. Ve kapıya doğru yürüdüm. Işığın içine daldım.
Bir anda yatağımda uyandım. Uyanmıştım ama her yer, evimdeki her eşya parıldıyordu. Her şey daha bir anlamlı geliyordu. Evet hepimiz Tanrı’ydık. Hepimiz O’yduk. O da bizdi aynı zamanda. Ve her şeyi anladım sonunda:
Ne olay ne de çocuk gerçekti,
O sadece içimdeki derin benlikti!
(1) Sufi deyişi. (2) Kadim Mısır atasözü. (3) Mevlana Celaleddin Rumi. (indigodergisi.com)