Alışmak… Her yeni başlayan günün sürpriz getirilerinde amaçsızca kaybolmaktır, alışmak. Başka bir deyişle, insana verilmiş en büyük gücü ve güçsüzlüğü temsil eden bir paradokstur. Öyle ya da böyle alışmak, insanların hayat dehlizlerinde yol alma sürecinde, vazgeçilmezliğin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir, zamanla.
Alışmak, insana verilmiş en büyük güçsüzlüktür; çünkü hayatın getirilerini ayıklamaksızın olduğu gibi kabul etmeyi öğrendiğinden beri insan, süregelen yıllar boyunca çaresizliğin pençelerinden kendini sıyırmayı başaramamıştır. O yüzden birbirinden çok da farklı olmayan hayatlar, klasikleşen yargılarla yoğrulup tükenerek son bulmuştur ve de hala da bulmaktadır, değişmeksizin. Kaybetmeye alışmış, mutsuzluğa alışmış, sevgisizliğe alışmış, değersizliğe alışmış, özgürsüzlüğe alışmış, ezilmeye alışmış, monotonluğa ve dahasına alışmış insan, etrafındaki farkındalıkları fark edemeyecek kadar alışmaya alışmıştır, artık.
Alışmak denizinde rotasını kaybeden insanın, kendinden başkalarını görmesi ne kadar mümkündür, bakan kör gözleriyle? İmkânsızlığa işaret eden bu durum, yaşanılamayan hayatların da net bir göstergesidir, aynı zamanda. Öyle ki, farkında olamadığımız küçük farkındalıkları hayat döngüsünün dışına çıkardığımızda, anlamlılığın sembolü olarak ne kalır ki elimizde, hiçlikten başka?
Alışmak
Ne kadar hızlı geçtiğini bile anlayamadığımız hayatlarımız tükenmeye yüz tutmuşken, alışmaktan bir türlü fark etmeye fırsat bulamadığımız farkındalıklardan dolayı hala, ya geçmişin soğuk sularında boğulmaya; ya da olmayan geleceğin anlamsız kaygılarında yok olmaya devam ediyoruz, ıskaladığımız “an”larda. Ne zamandan beri haberdarsınız; saçlarınızda beyaz tellerin artan sayısından, yüzünüzde oluşmaya başlayan kırışıklıklardan, yaşlanmanın bedeninizdeki göstergelerinden, ruhunuzda ki kapanmayan çatlakların sayısından, bedeninizin ve ruhunuzun doyurulmayı bekleyen ihtiyaçlarından? Eğer gerçek yanıtı vermek sizi gerçekten acıtıyorsa, artık üzerinize yapışan bu alışkanlık giysisini çıkartma zamanı çoktan gelmiştir, demek ki.
Peki ya alışmak, en büyük güçlerden biri olmasaydı; hayat paradoksunda karşılaştığımız, olumsuzluğa işaret eden durumlarla (başarısızlık, ölüm, acı…) nasıl baş edebilirdik; üstelik de sahip olduğumuz materyalist yaklaşımlarla. Hayal edildiğinde böyle bir durum, ortaya çıkan tablo, kaosu betimleyen bir gösterge sanki. Acıların, mutsuzlukların, hayal kırıklıklarının, ölümlerin… Açtığı derin yaralar ilk günkü gibi kanamaya devam etseydi eğer, kan kaybından dolayı çoktan ölmüş olmaz mıydık; tükenmişliklerle? Umutsuzluğun ve karamsarlığın kucağına terkedilmiş, böylesine bir hayat, yaşanmayı değerli ve anlamlı kılar mıydı acaba? “Zaman her şeyin ilacıdır ” sözü hala en büyük tesellimiz olur muydu; umutsuzluk kuyusunun dibinde kaybolurken bulduğumuz kendimizde? İşte alışmak öylesine büyük bir güç ki, güçsüzlük içinde bile, hayatın böylesi değersizliklerini, bir kez daha değerli ve yaşanmaya layık kılıyor.
O halde ne alışmak batağına saplanmalı insan, ne de alışmaktan korkmalı. Arasındaki ince çizgide kalmayı başarabilmeli, başarabilmeli ki; hayat alıştıklarınız ve fark ettiklerinizle hala yaşanmayı hak ediyor olsun.
Hayatı ıskalamamanız dileğiyle…