Mucizelere inanır mısınız? Ya da masallara veya her gece gördüğümüz o engin, tuhaf rüyalara? Hayatın ve insanın sınırlarının nerde başlayıp nerede bittiği kestirilemezdir.
Hayat, sınırsız ve engin bir okyanus gibidir ve bizler bu okyanusta sadece bir damlayız. Okyanusla bir olup enginliğin tadına bakmak yerine, kendimizi ondan uzaklaştıracak ayrımlar yaparız. Ayrımlarımız ayırımları doğurur. Kendimizi okyanustan izole edilmiş bir damla haline getiririz. Bir başınaymış gibi, okyanusta değilmiş gibi, ona ulaşamazmışız gibi rol yaparız. Ve bütün bunlara inandırırız kendimizi, özgüvenimizi yitiririz içten içe. Bu bizim suçumuz değildir aslında. Kimsenin suçu değildir. Bu, dünya ya da toplumla da alakalı değildir. Bu, bizim bağlarımızı koparmamız, bizi okyanustan ayıran sınırları yıkmamız ve O’nla bir olmamızla alakalıdır. Bu bir plandır. Bizim planımız, hepimizin ortak planı…
Doğan bebeği birkaç aylık olduktan veya birkaç yaş aldıktan sonra bir oyun alanı içine koyarız. Korkarız, savunmasız görürüz ve ona, o sınır içinde oynamasını tembihleriz. Çitler yaparız etrafına, dışarı çıkmasın diye. Gerektiğinde korkuturuz; “Bak dışarısı kötü, bu çitin dışında korku var!” deriz. Ve bebek, o çit içinde sınırlı kalır. Daralır, bunalır. Sanır ki sadece bu çitle sınırlı oyun alanı. Bu çitin dışında koca bir Dünya yok, dışarıda sadece tehlike var, endişe var. Ve orada ki oyuncaklarla oynamaya başlar. Bazen salıncağa biner temkinli temkinli. Bazen tahterevalli, bazen de kaydırak. Her çocuğun sevdiği ve oynarken kendini kaybettiği oyuncak vardır. Kimisi meraklıdır, salıncakta çok daha yükseklere çıkmaya çalışır, çitin ötesini görmek için. Kimisi de o kadar meraklı değildir, hep uzak durur. Kimisi çitlerden çıkmaya yeltenir, o sırada direk ebeveynin azarı gelir ve geri adım atar. Korkar. Ve özlemle bakar dışarı ama bu alan içinde siner, gider.
Bizler de kendi oyun alanımızda kapana kısılmış bebekler gibiyizdir. Çitler koymuşlardır önümüze. “Bak,” demişlerdir “Bu çit din çiti. Bunu geçme! Ateş var dışarıda, yanarsın.” Sonra başka bir çiti göstermişlerdir, “Bak bu ahlak ve örf çiti. Çıkarsan bir daha geri dönemezsin.” Sonra başka bir çit daha, “Bak bu çitin dışına çıkarsan göreceklerini kaldıramazsın, delirirsin, yem olursun gidersin.” Ve böyle böyle arttırırlar engelleri, bariyerleri. Dogma üstüne dogma, tabu üstüne tabu dikeriz böylelikle. Korkular ve endişeler benliğimizi istila eder. Kilitler. Kimimiz her şeyi göze alır, çıkar ötesine. Kimimiz de toplumun uyarılarından korkar, geri adım atar. Toplum ve insanların bu davranışlarının nedeni bilmediklerinden korkmasıdır. Onlar da bu alan içinde kısıtlı kalmıştır ve bilemezler ne olduğunu. Bilinmezlik… Çitin arkasına geçmenin bilinmezliği, damlanın okyanusa karışınca ne olacağının bilinmezliği, aklın ve ruhun uç sınırlarında gezinmenin bilinmezliği…
Ama hakikat, ötesindedir bu engellerin. Okyanus olmak için bunları yıkmak, tüm bağları koparıp özgür kalmak gerekir. Damlanın, coşkun okyanusla bir olmasında ki hazzı keşfetmek için korkulardan, endişelerden sıyrılmak gerekir. Çoğu kişi bu yolda heba olmuştur ya da dışlanmıştır. Dünya’nın döndüğü gerçeğini söylediği için mahkeme karşısına çıkarılmamış mıdır Galileo? Ve yine dostlarına fısıldamıştır; “eppur si muove” (“Ama dünya yine de dönüyor!”) Herkesin karşı çıktığı bu gerçeği söylediğinde idamla tehdit edilmiştir. Ama o tehdit edilse de dünyanın döndüğü bir gerçektir hem de bir kişinin ölmesi ya da doğmasıyla değişmeyecek bir gerçek. Ya da Hallac-ı Mansur damlanın okyanusa karışma öyküsünü “Enel Hakk” diyerek göstermemiş miydi? Ve anlaşılamadı o da, en ağır şekilde cezalandırıldı. Peki ya Mevlana ve Şemsi Tebriz? Onlar da kınanmışlardı. Yeri gelmiş en yakınları tarafından anlaşılamamış, dışlanmışlardı Ve acı bir ölümle son bulmuştu bu derin bağ.
Şemsi Tebriz, tek tek tüm bağlarını koparmıştı Mevlana’nın. Çitlerini, dogmalarını önyargılarını yıkmıştı. Yeri geldiğinde en kıymetli kitaplarını tek tek kuyuya atmıştı, yeri geldiğinde şarap aldırmıştı. Ne varsa Mevlana’yı kısıtlayan hepsini yıkmak için elinden geleni yapmıştı. Ama bu bağların dışında bir bağ kalmıştı ki; o da Mevlana’nın Şemsi tebrize olan bağıydı. Ve o bağ da koptuğu anda, işte tam o anda, damladan okyanusa dönüşmüştü Mevlana. Gönlü coşmuştu, ağzı beyitler okumaya başlamıştı. Durduramamıştı kendini. Artık iradesi kendinden geçmişti, her bir kelimesi yüksek mana yüklüydü. Damladan çıkan serinliği değil okyanusun coşkunluğunu anlatıyordu. O’nu anlatıyordu. Her şeyi ve aynı zamanda hiçliği anlatıyordu ve dünya yüzyıllarca bu beyitlere mest oldu.
Peki ya Joker’in hikayesi?
İskambil destesinin meşhur Joker’i ve tarotun ilk kartı; deli, apdal ya da aptal. Her zaman destenin içindedir ama o da bir kenarda tutulur. Hiç dahil olmaz. Dışlanmış gibidir adeta iskambil destesi içinde. O da sorgulamaya başlamamış mıdır her şeyi? Yargılamaya, dogmaları yıkmaya çalışmamış mıdır? O filozof ve bir isyankar değil midir? Her şeyi yıkmıştır ve aklın en uç sınırlarını zorlamıştır. O başlangıçtır, alfadır. Zorlu ama okyanusa giden ilk adımı atmıştır belki de. Herkes deli der ona, o gözle bakar, anlayamaz diğer kartlar. Kartlar oyun içinde kaybolurken Joker hep oyunun dışında gözlemlemeye çalışmaktadır. Anlatır durur diğer kartlara ama soytarı sanılır, deli sanılır. Zordur onun işi. Soru sorar durmadan. Bazen de sessizlikte kalır. Bazen kargaşalara fırtınalara sürüklenir bazen dinginleşir. Yalnız hisseder kendini, yalnız olmadığını öğrenecektir elbette. Vazifesini anlayacaktır ama bu süreçte yalnız hisseder. Hakikat’i bulmak değil midir derdi? Okyanusu anlamaya çalışmak değil midir? Başlangıcı anlatır Joker’in hikayesi. Okyanus olmaya atılan ilk adımı, alfayı anlatır.
Zordur muhakkak bağları koparmak. Joker gibi bazen soytarı bazen deli sanılmak, şems gibi başıbozukluk ve şeytanlıkla suçlanmak… Zordur gerçektende başlangıçlar ve değişimler. Değişimlerden de korkmamak gerekir, karanlıkta yaşayan gözlerin ışıktan kör olması olasılığını da göze almak gerekir. Dogmaları ve tabuları ne olursa olsun tek tek yıkmak uğraştırıcıdır. Tabi ki özlerinde tabu değildir muhakkak. Dinin amacı insanı engellemek değildir, yükseltmektir. Ahlak ve örfün amacı önü kesmek değildir, düzen kurmaktır. Ama bu ulvi amaçlar sufli oluşum ya da kişiler tarafından adeta kullanılmış ve bu yüzden de sorun çıkmıştır. Gereksiz yere değiştirilip, halk bastırılmaya çalışılmıştır. Kimi zaman dinle korkutmuşlardır, kimi zaman dışlamayla ve sağlam olmayan temeller kurmuşlardır bilinçaltlarında. Halbuki dinin, örfün ve diğer değer yargıların altında ki kurallar kişiyi bağlamak, geriletmek için değil, insani boyutunu geliştirmek içindir. Basmakalıp ve şekilciliğe takılanlar özü göremedikleri için okyanusta olduklarından bihaber yaşamak zorunda kalmışlardır. Ama basmakalıp yargıları yıkıp, şekilcilikten uzaklaşanlar ise bu olguların ötesine geçmeye çalışmıştır. Herkes için sorun olmuştur, insanların dini veya diğer kültleri yozlaştırma çabaları.
Aslında bu sorunun çıkmasının gerektiğini de görebiliriz. Çıkmalıydı çünkü dünya denen oyun sahnesinin kurulması ve bu sahnede görevlerimizi, vazifelerimizi ve sınavlarımızı vermemiz gerekiyordu. Bu sahnede haliyle her şey sırasıyla olmalıdır. Ve sonunda yıkma sırası gelmelidir. Damla değil okyanus olma sırası, çitlerin ötesine, aklın en uç kısımlarına belki başkaların delilik dediği yerlere ve ruhun en derin sırlarına erme sırası gelmelidir. Kafesinden çıkan bir kuş gibi özgür kalmalı, okyanusa ulaşan nehir gibi, okyanusla bir olan bir damla gibi bütünleşmelidir insan. Önce Joker olmak gerekir bu yüzden, önce dogmaları aşıp, gerçekleri aramak gerekir. O zaman görünen yanılsamanın ötesine geçme ihtimalimiz doğar. O zaman bu çitlerden çıkıp gerçek dünyayı keşfetme olanağımız olur. O zaman kendi oynumuz da başrol oynama fırsatı doğar.