Film bizi kendimizle karşı karşıya getiriyor. Kuşkusuz zenginlik adına doğaya egemen olma arzumuz ölçü tanımaksızın gittikçe artıyor. Bu artık doğa ile yapılan bir savaşa da dönüşmüş durumda ki zaten bütün hayatı tehdit eden noktaya gidiyor. Üstelik bunu bir sürü sahte ve samimi olmayan Avatarlar yaratarak yapıyoruz.
İnsan ilk zamanlarda doğa ve evreni tanımadığı için ondan çok korkmuştu. Korktuğu her şeyi de zaman içinde kutsal hale getirmiş, tapınmıştı. Dört element; hava, su, toprak ve ateşin temel alınmasında da benzer bir ilişki vardır.
Dört elementin gizemini, sırlarını bilen ve kullanan kişiler aynı zamanda evrenin bütün kilitlerini açan anahtarlarına da sahip oluyorlardı. Simyanın konusunun içinde bu vardır. Tarot böyle bir yapının üzerine kurulmuştur.
Hiç kuşku yok ki bilginin paylaşılamaz, çoğaltılamaz hatta hiç olmadığı bir tarihten söz ediyoruz. O zamanlar büyük inisiyelerin dönemidir ve insanın korktuğu, kutsal gördüğü varlıklarla ilişki kurmasını sağlayan aracıları vardır.
Bütün kutsal metinlerin, efsanelerin böyle bir bilinmezin cevabını sunmaya yönelik bir kurgusu vardır.
İnsan doğadan korktuğu için onunla ölçülü bir ilişki kurar. Saygı duyar. Bu karşılıklı bir ilişkinin doğmasına neden olur. Doğa da insana yaşaması, hayatta kalması için bütün imkânlarını seferber eder. Zaman zaman ortaya çıkan doğa olayları ise insanların yanlış yaptıkları için kutsal varlık tarafından cezalandırıldığı şeklinde yorumlanır ki bu inanç son döneme kadar hala aynı vurgusu ile söylenmeye devam edilmektedir.
Avalon’un Sisleri, iki farklı çağın birbiri ile kesiştiği, birinin bitmekte olduğu diğerinin de onun yerini aldığı dönemi anlatan bir eserdir. Doğa ile ilişkisinin çok güçlü olduğu hatta doğanın insana egemen olduğu pagan dönemi tamamlanır; aklın biraz daha toplumsal yaşama yönelik kuralları koyduğu tek tanrılı Hıristiyan dini ön plana çıkmaya başlar. Kuşkusuz tek tanrılı dinlerin yerini de rasyonel aklın, pozitif düşüncenin egemen olduğu, bilimle desteklenen endüstri dönemi alacaktır.
Bu insanın doğaya hükmettiği, hatta onu sömürdüğü bir zaman dilimidir ki biz şu an o dönemin içinde yaşıyoruz.
Gösterimde olan Avatar filmi bize bu savaşı çok çarpıcı sahnelerle hatta film yukarıda çok kısa tanımlamalarla anlatmaya çalıştığım insanlık tarihinin gelişim seyrini üst üste çakıştırarak veriyor.
22. Yüzyılda insanlığın çok ileri bir aşamaya geçtiği bir dönemde dünyadan oldukça uzak Pandora isimli bir uyduda kabile kültürü ile yaşayan Na’vi isimli canlıların zenginliklerine sahip olmak için üs kuran insanların öyküsü anlatılmaktadır filmde.
Aslında bu öykü bizim için fazlasıyla tanıdıktır.
Avrupalıların Amerika kıtasına ayak bastıklarında karşılarına çıkan ne ise Pandora’daki Na’viler odur. İnkalar, Mayalar, Kızılderililer de Avrupalı için çok değerli olan şeylere sahiplerdi ancak onlar bunların ekonomik değerinin farkında değildi. Fazlasıyla inançlı ve doğa ile spritüel ilişki halinde yaşamaktaydılar.
Beyaz insan üç yüz yıl boyunca bu toprakları kelimenin tam anlamıyla talan etti durdu. Amerika kıtasının zenginlikleri kapitalizmin bütün dünyadaki motor gücüne dönüştü. Pandora’nın sahip olduğu zenginlik ise bir başka motor güce dönüşecek cinsten.
Ancak filmin içinde öyle bir şey var ki bunu yorumlamakta zorlanıyor insan.
Avatar’ın kelime anlamı da spritüel bir köke dayanıyor ve Sanskritçeden geliyor. Örneğin Ramayana destanında Tanrı Vishnu’nun Rama ismiyle beden aldığını biliyoruz. Rama bir Avatar’dır.[i]
Filmdeki Avatar’ın anlamı da çok farklı değil. İnsan ırkı Pandora’da yaşayamadığı için laboratuvar ortamında bir Na’vi yaratıyor, gezegene o kimlik ve bedenle girebiliyor. Buradaki ilişki de Matrix filminden alınmış bir teknoloji ile kuruluyor. Bu nedenle Na’viler kendilerine benzeyen bu laboratuvar canlılarına uyurgezer adı veriyor.
Filmin senaristlerinin bizleri Avatar yaratma teknolojisine değil de Pandora’daki Hayat Ağacı’nın altındaki zengin madene odaklamasının bilinçli bir yönlendirme olup olmadığını izlerken çok sordum kendime. Böyle bir teknoloji üstünlüğüne sahip bir varlık neden dünyada bir ekonomik anlamı olan bir madene sahip olma tutkusuna esir olsun?
Pandora’nın Hayat Ağacı da oldukça sembolik anlatımlarla bezenmiş. Fazlasıyla da ilgi çekiciydi.
Sonuç olarak hırsına ve kendisine ait olmayan bir zenginliği ele geçirmeye yönelik insan açgözlülüğü Pandora’da topyekûn bir var olma yok olma savaşına neden olur.
Film bizi kendimizle karşı karşıya getiriyor. Bilmiyorum belki ben fazlasıyla bu tartışmanın içine düşmüş de olabilirim.
Kuşkusuz zenginlik adına doğaya egemen olma arzumuz ölçü tanımaksızın gittikçe artıyor. Bu artık doğa ile yapılan bir savaşa da dönüşmüş durumda ki zaten bütün hayatı tehdit eden noktaya gidiyor. Üstelik bunu bir sürü sahte ve samimi olmayan Avatarlar yaratarak yapıyoruz.
İlgili yazılar
Bitkilerde Wi-fi: Bitkiler kablosuz iletişim kullanıyor
Ağaç deyip geçmeyin: Her ağaç gelecek kuşaklara mirasınız!
Gaia: Ormanın Şefkatini ve Bereketini sunan Doğa Ana
İstanbul Kuzey Ormanları’nın Dönüşüm İle Mücadelesi