Cami Baykurt: Osmanlı’nın Son Afrikası

Cami Baykurt, Afrika macerası boyunca Büyük Sahra’yı iki kez geçme başarısını göstermiş, aldığı eğitimin hakkını veren, sorumluluğunun farkında olan bir Osmanlı aydını…

1877 İstanbul doğumlu Cami Baykurt’un adını, ilk kez, Halide Edip’i okurken duydum. Harbiye’deki adı Abdülkadir Bin Mehmet Münir olan Cami Baykurt’un adının Molla Cami’den ilhamla Trablusgarp’ta vali ve kumandan olan Müşir Recep Paşa tarafından Abdülkadir Cami olarak verildiğini ve Cumhuriyet’in ilk muhaliflerinden, siyasetin küskünlerinden olduğunu sonradan öğrendim. Bizim -ciddi anlamda- Kuzey Afrika kâşiflerimizin ilklerinden.

cami baykurtCami Bey, o zamanın geleneklerine göre, ilköğrenimini bitirdikten sonra Soğukçeşme Askeri Rüştiyesine verilmiş, Kuleli ve sonra da Harbiye Mektebi süvari sınıfına kaydedilmiş.1896’da mülazım-ı sani (teğmen) olarak, 18 yaşında Harbiye’den mezun olmuştur.


Cami Bey, iyi derecede Fransızca bilen, zamanın iktidarınca zararlı sayılan felsefi, sosyolojik vb. eserleri okuyan ve zamanının ilerisinde bir genç olduğundan, mezun olur olmaz dört arkadaşı ile birlikte derhal Trablusgarp’a atanarak, İstanbul’dan uzaklaştırılmıştır.

1898’de Trablusgarp’a tayin edilince, burada yaveri olduğu Vali Müşir Recep Paşa’nın koruması altında, sürgündeki genç mekteplileri İttihat ve Terakki Cemiyetinde örgütler. Bunun yanı sıra, 1905-1906’da Fransızların güneydeki Canet vahasını işgali üzerine verilen görevle, vahayı geri alır.

Şunu da belirtelim ki, Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün kurucuları arasında da yerini almıştır.

Askerlikten ayrıldıktan sonra, Fizan’dan  Meclis-i Mebusan’a girer, İttihat ve Terakki’nin sol kanadı olan  Hizb-i Terakki’nin kurucularında biri olarak, İstanbul’daki aktif siyaset hayatına devam eder. Ancak İstanbul’un işgali üzerine Ankara’ya geçer.

İlk Meclis’te Aydın Mebusu olur. Daha sonra 1920’de kısa süreliğine de olsa Dahiliye Vekilliği yapacaktır. Yönetimle çeşitli kırgınlıklar yaşayınca, 4 Eylül 1920’de TBMM temsilcisi olarak Roma’ya gönderilir, ama geri dönmeyince istifa etmiş sayılır. Bunlara rağmen, TBMM’nin Londra konferansına davet edilen mevcut kadro içerisinde yer bulur.

cami baykurtAtatürk’ün ölümünden sonra yurda dönen Cami Baykurt, ölümüne kadar bazı gazetelerde köşe yazarlığı, Robert Kolej ve Erenköy Kız Lisesi’nde öğretmenlik yapar. Bu arada Türkiye Emekçi Köylü Sosyalist Partisi kurmayı istemektedir. Ancak bunu gerçekleştiremez.

1948’de, Mareşal Fevzi Çakmak, Zekeriya Sertel ve Tevfik Rüştü Aras  ile beraber İnsan Hakları Derneği’nin kuruluş girişiminde bulunur. 4 Kasım -oğlunun ifadesinde 5 Kasım- 1949 İstanbul’da hayata gözlerini yuman Cami Bey’den geriye sözünü edeceğimiz Son Osmanlı Afrika’sında Hayat kitabının dışında, Trablusgarp’tan Sahra-yı Kebire Doğru, Osmanlılığın Atisi, Düşmanları ve Dostları, Osmanlı Ülkesinde Hristiyan Türkler, kitapları kalmıştır.

Cami Bey, Afrika macerası boyunca Büyük Sahra’yı iki kez geçme başarısını göstermiş. Kaldı ki bunlardan başka O, yaşadıklarını yazma cehdini de göstererek, bize kültürel anlamda bir miras da bırakmış. Bu o kadar önemli ve nadir bir uğraş ki kendisiyle birlikte aynı Afrika’da bulunan birçok başka insanın, o zamanın ifadesiyle zabitin, tarikat şeyhinin, 2’inci Abdülhamit’in ciddi ve önemli muhalifinin bulunduğu bu sürgün yerinde, yaşadıklarını yazarak ölümsüzleştirmeyi düşünen bir tek Cami Bey çıkmış. Cami Bey’in orada- Ernest Hemingway gibi- bir safaride falan bulunmadığı, bir asker olarak görevli bulunduğu da düşünülürse, yaptığının o zamanın şartlarına göre ne kadar önemli olduğu, daha iyi kavranır sanıyorum. Bence en önemlisi de şu:

Cami Bey, aldığı eğitimin hakkını veren, sorumluluğunun farkında olan bir Osmanlı aydını…

Anılarına hiçbir yargı virüsü bulaşmamış olması, anıların değerini bir kat daha arttırıyor.


Kitabın başlangıcında oğlu Sermet Baykurt’ un ifadesiyle Cami Bey’in hayat hikâyesine yer verilmiş. Daha sonra Cami Baykurt hakkında TBMM’ de yapılan görüşmelerin zabıtları ve Halide Edip Hanım’a kitabı takdim yazısı ile devam ediyor esas konuya gelene kadar.

Kitabın esasını oluşturan Sürgünler Diyarından Anılar, Sefer Günlükleri’nden başka  Muhaberat-ı Resmiye Defterinden alınan  ekler ve biri Fransızlara ait, diğeri bizzat Cami Bey tarafından çizilen iki Trablusgarp haritası yer alıyor. Bunların dışında Cami Bey’in kendi çizimleri, fotoğrafları da eserin sayfalarını süslüyor. Bir de Cami Baykurt albümü yerleştirilmiş kitaba. Benim bu yazıma aldığım çizimler ve fotoğraflar Cami Bey’in kendine ait çalışmalardır.

Kitap, bizde yaygın olan kitap boyutlarından farklı bir baskı. 2009 Temmuzunda Türkiye İş Bankası Yayınları arasından çıkmış. Yayına hazırlayansa Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan’ın kızı Arı İnan… Daha çok Enver Paşanın Özel Mektupları ve Tarihe Tanıklık Edenler kitaplarıyla tanınıyor Arı İnan…

İlk kez 1559’da bize bağlanan, bugünkü Kaddafi Libyası, o zamanın muhalifleri için en uzak sürgün yeriydi.

– Kaçmak için koca bir sahrayı aşmak gerekiyordu. Bu da bir kaçak için imkânsız derecesinde zordu.

– Trablusgarp Beylerbeyliği’ne bağlıydı ve bu beylerbeyliğin üç bölgesinden biriydi.

Rahmetli Cami Bey, kitabın Halide Edip Hanıma takdim yazısında “Libya çöllerinde iki seferim vardır. 5000 km. kadar yol yürüdüm. Çöl hayatının hep birbirine benzeyen günlerini yaşadım… Ancak ilk çöl seferinin daha canlı kalan intibaları ister istemez anılarıma egemen oldular. Arap ve Tevarig arasında, sahra beldelerinde yaşanmış günlerin hatıralarını dostlarımla konuşurken, nasıl kırık ve dökük anlatırsam, öylece yazmaya çalıştım. Sıra ve düzen katından azade bir yarenlik olsun dedim. Bilmem oldu mu? ” diye sorar Halide Edip’e. Halide Edip, yazarı yüreklendirmiştir anılarını yazma ve yayınlama konusunda. Kitapla ilgili bir yazısı olsaydı ve bu kitaba o da alınsaydı, ne kadar iyi olurdu aslında…

cami baykurtCami Bey, kitabının İlk Sözü’nde 1904’ten itibaren Fransızların faaliyetleri nedeniyle aşiretler arasında artan rahatsızlıkların Trablus- Gadames- Gat ticaret yollarında emniyeti ihlal etmeye başladığından, devletin bu bölgeye, özellikle Canet vahasına asker yerleştirmeye karar vermesinden, Fizan’a gönüllü olarak gidişinden bahseder. 1906’dan 1908 sonuna kadar kaldığı Sahra’da yaşadıkları, Abdülhamit devrinin sürgünleri (Bunların içinde Abdullah Cevdet gibi ünlüler de vardır Trablus’ta), aşiretler, çöl insanları, Jön Türkler bu hatıraları oluşturur.

Trablus’tan başlayıp, Fizan’a kadar devam eder bu zor çöl seferinin tamamından söz etmeyi düşünmüyorum size, ancak bazı ayrıntıları sizlerle paylaşacağım:

“Biraz daha yol aldıktan sonra fecrin ilk ışıkları gökte küçük yıldızları söndürmeye başladı. Artık kafile yavaş yavaş susuyordu; mavallar (halk şarkıları), türkü sesleri seyrekleşmişti: Berberi, Türkçe ve Arapça her dilde şarkılar… Yerli Berberilerin, Arapların tek makamlı sonsuz nağmeleri, Sahra’nın değişmez haline yakışan uzun naraları ve sanki yetimliğinden, bin bir mahrumiyetinden şikâyet eden çölün sesi… Kafilede askerin çoğu Türk’tü; ekseris orta Anadolu’nun yayla uşağı; türküleri de, Anadolu’nun çıplak ve uçsuz bucaksız yaylalarından gelen biteviye şikâyet sesi… Güftelerde, bestelerde öyle bir inleme ki dalgaları hiç hırçın değil; uzak sahillere dökülen geniş bir okyanusun yayvan dalgaları gibi.

Asker arasında Suriyeli, Filistinli dört nefer vardı; daima küçük bir grup halinde yürüyorlardı. Bunlar da Arap, fakat başka yerin Arapı; nimetlerini insanoğluna esirgemeyen bereketli bir memleketin evladı. Neşeler saçan mukaddes nağmeleri, Çöl Arabı’nın yek makam mavalları ve Anadolu çocuklarının şikâyetnameleri arasında, şakrak bir terane, gülen bir sesti.

Kafilemizde yerli halktan da bir nefer asker vardı: Mısratalı Muhammed bin Hasan. O da zammara (çifte kamış çığırtması olarak da adlandırılan bir nefesli saz)  çalarak gidiyordu. Kafile sanki seyyar bir Babil Kulesi, daha doğrusu, Osmanlı İmparatorluğu denilen akvam-ı cumhurînin  Afrika çölünde yürüyen bir parçası.”

Bunlar size Saint Exupery’yi hatırlattı mı bilmem, hani şu uzun yıllar posta pilotluğu yapan ve düşen uçağı 1990’larda bulunan Küçük Prens’in yazarı Fransız’ı… İnanın Cami Baykurt’un anıları da en az Saint Exupery kadar okunmayı hak ediyor.


Yazar: Adnan Şerifoğlu  | KAPAK | Sayı 71 | Ağustos 2011