Fener; tarihi yarımada, “İlk İstanbul” ya da “Sur içi İstanbul” olarak bilinen bölgede, Haliç’e bakan eski bir semttir. Fener ismine, yabancı tarihçilerin eserlerinde “Porta Phari” ve “Porta del Pharo” olarak rastlanır.
Petro Kapısı’nın yanında bulunan mahalle, Bizans döneminde “Fanari” adını taşımaktaydı. Şimdiki Fener iskelesinin olduğu yerde, o zamanlarda bir deniz feneri bulunmaktaydı. Bu fenerin, İstanbul’da meydana gelen büyük depremler ve kuşatmalar sonucunda yok olduğu tahmin edilmektedir.
İstanbul’un fethi sırasında, Osmanlı kaptanı Komutan Hamza Bey’in, Hünkar Kapısı’nı aşarak, limana girmesiyle birlikte Balat’ın yeni tarihi de başlamış oldu. Burası, tarih boyunca Musevilerin, “Sefaradim” olarak isimlendirilen İspanyol Musevilerinin, Rumların, Ermenilerin ve Türklerin bir arada yaşadığı bir yerleşim yeri olmuştur. Çeşitli kökenlerden gelen bu halk; eski adıyla Fanari’de, birlikte hoşgörü ve huzur içinde uzun yıllar boyunca yaşamışlardır. Bizans döneminden günümüze kadar olan süreçte nice anılar ve hikayeler yaşanmıştır Fanari Sokakları’nda…
Bu hikayelerden birisi de; Kostas ile Simge’nin hikayesi… Fener’i ve yaşanılanları, bir de Simge’den dinleyelim.
Eski İstanbul’da Fener ve Balat
Fener ve Balat sokaklarını, şimdiye kadar hep Kostas’ın gözlerinden görmüştüm çünkü hep onunla birlikte gezmiştim bu sokakları… Biraz hüzünlü gelse de yıllar sonra bugün; onsuz gezecektim, özlem duyduğum bu sokakları…
Kostas, Yunanistan’a göç ettikten sonra kendimi çok yalnız hissetmiştim bu sokaklarda. Ailelerimiz ve mahalleli hep temkinli yaklaşmıştı bu yakın arkadaşlığımıza… Bizim dışımızda herkes; sonrasını, etrafın ne düşüneceğini düşünmüş ve bunun için endişelenmişti. Herkese ve her şeye rağmen biz, birbirimizle arkadaşlık etmekten o kadar keyif alıyor ve birbirimize o kadar yetiyorduk ki, başka arkadaşlıklara hiç ihtiyaç duymamıştık bile. Biraz da bu yüzden, daha göz önünde olmuştu arkadaşlığımız.
Kostas ve ailesi buradan Yunanistan’a göçtüğünde, çok uzun bir süre Balat Sokaklarında onsuz dolaşmak istememiştim. O yokken, her şey o kadar eksik ve yabancı gelmişti ki bana! O çok sevdiğim Fener’de onsuz olmak, acı vermişti bana. Bu acıyı kalbimin derinliklerinde hissederken, her köşesinde Kostas ve komşularımızla anılarımızın olduğu Fener’den kaçıp gitmeyi istemiştim. Onlar olmadan kendimi çok yalnız ve mutsuz hissediyordum. Komşularımızın buradan göç etmek zorunda kaldığı o zamanlar, hatırlamak istemediğim kadar hüzünlüydü. Herkes şaşkın, tedirgin ve mutsuzdu. Ne onlar gitmek istiyordu, ne de biz onların gitmesini… Ailem de, benim gibi çok şaşkın ve üzgündü tüm bu olup bitenden sonra.
O gidince anladım ki, vatanım olarak benimsediğim yer; onun olduğu ve onunla birlikte yaşadığım yerdi aslında… Onsuz, doğduğum ve büyüdüğüm bu yerde kendimi gurbette gibi hissediyordum adeta.
Kostas, dedesinden dinlediği ve aslında hiç gitmediği Yunanistan’ı anlatırdı bana sık sık. Önceleri, dedesinin ağzından anlatırdı duyduklarını; “Bembeyaz küçük evler varmış, denizin yanı sıra inci gibi dizilmiş… Güneş parladığında turkuaz rengi deniz yansırmış, beyaz evlerin duvarlarına… Pembeli, morlu çiçekler dolanırmış bir elmas gibi evlerin gerdanına…”
Kostas, bu hikayeyi anlattıkça, oraları kendi görmüş ve yaşamış gibi anlatmaya başlamıştı sonraları: “Bembeyaz küçük evler vardı, inci gibi denizin yanı sıra dizilmiş… Güneş, turkuaz renkli denizin üzerinde parladığında, denizin yansıması evlerin beyazlığına vururdu. Pembeli- morlu, elmas gibi çiçekler dizilirdi evlerin bembeyaz gerdanına… Çok güzeldi be Simge, anlattıkça özlüyorum orayı!” derdi bana.
Eski Bir Hikaye
Onun bu hikayesini dinlemeyi çok sevdiğim için aramızdaki oyunu hiç bozmazdım, ilk kez dinliyormuşçasına, her defasında dikkatle dinlerdim onu. Aslında en çok, orayı kendi görmüş ve yaşamış gibi anlatmasını seviyordum çünkü büyük bir heyecanla anlatırdı bana hikayesini…
Onun hikayelerini dinlerken bu dünyadan uzaklaşıp, birlikte bambaşka bir dünyaya adım atıyorduk adeta. Kendi yarattığımız, kendi kurallarımızı koyduğumuz ve sadece bizim var olduğumuz bir dünyaydı bu! Birbirimizle konuşurken; içimizdeki diğer dünyaya ayak basıyor ve oralarda geziyorduk. Birbirimizde, başka dünyaları görüyor ve farklı hayatları yaşıyorduk. İçimizdeki her parça, başka bir “ben” ile birleşiyor ve yepyeni bir yaşam doğuyordu dünyamıza. Kostas ve ben, yaşamadığımız bir hayatı yaşıyorduk aslında, kelimeler aracılığıyla…
Çok değil, yaklaşık bir yıl sonra biz de gittik Fener’den. Güzel anılar, kendini hüzünlü bir yaşama bırakmıştı orada. Yıllar geçip de yüreğimin sızısı biraz olsun dindiğinde; eski anılarımın ve onun hikayelerinin peşine düşmek için tekrar Fener’e gitmek istedim.
Her şey çok farklıydı şimdi. Her şey değişmişti ve hiçbir şey eskisi gibi değildi. Kostas; severek anlattığı, en sevdiği hikayesinde yaşıyordu şimdi. Oysa ben yalnızdım. Bana ait, sığınabileceğim hiçbir hikaye yoktu. Düşler, hikayeler, dostluklar ve umut insanın yaşamından elini eteğini çektiğinde; yaşam kuru, soğuk ve hüzünlü oluyormuş meğer… Üsküdar’dan bindiğim vapur, Fener’e doğru giderken aklımdaki düşünceler de bir anıdan diğerine geçiyordu.
Vapurdan indiğimde, Bulgar Kilisesi karşılıyordu beni Fener İskelesi’nde. Tamamen demirden yapılmış olan bu kilise; zırhını kuşanmış bir şövalye gibi birçok savaş yaşamış, zaferler kazanmış ve yıllara rağmen hala ayakta kalmayı başarabilmişti. Eski bir dostu görmüş gibi hissettim ve ayaklarım, Sveti Stefan Kilisesi’ne götürdü beni. Aklıma, Kostas’ın bu kilisenin hikayesini anlatışı geldi hemen o anda.
“Bulgarlar kendi dillerinde ibadet edebilmek için kendilerine ait bir kilise kurmak istemişler. Bu dileklerini Osmanlı padişahına iletmişler. Padişah, bu kiliseyi yapmaları için onlara kısa bir zaman vermiş. Zemin bataklık olduğu için demirden bir kilise yapılmasına karar verilmiş. Demirler sipariş edilmiş. Viyana’dan, Tuna Nehri üzerinden gemiler, trenlerle gelen bu demir parçalarını yerine monte etmişler ve kiliseyi iki günde tamamlamışlar biliyor musun Simge?”
Kostas’ın, Fanari’ye ait bitmeyen hikayelerini rahatça dinlemek için kilisenin sessiz bahçesinde oturduğumuz bir gün anlatmıştı kilisenin hikayesini. Kiliseyi ve kiliseye dair tüm anılarımı ardımda bırakıp, şu anki ismiyle Dr. Sadık Ahmet Sokağı’ndaki Fener Rum Patrikhanesi’ne doğru yürümeye başladım. Aya Yorgi Kilisesi’ne doğru yürüdükçe, bu kez hafızama Kostas ile buradaki anılarımız dolmaya başladı.
“Burada çok büyük bir kütüphane varmış” derdi bana. Babam dedi ki; kütüphanenin içinde el yazmaları ve padişah fermanları varmış. Kilesinin ibadet mekanı, on iki sütun üzerine inşa edilmiş. On iki havariyi ifade eden bu on iki sütun üzerinde, İsa’nın havarilerinin tasvirleri varmış.
Ayrıca, İsa’nın çarmıha gerilmeden önce bağlanıp kırbaçlandığı sütun da, bu kilisenin içinde…” deyip, o sütunu göstermişti bana. Biraz çekimser ve biraz da korkarak o sütuna dokunmuştuk birlikte.
Kilisenin içindeki altın sarısı ve gösterişli süslemelere baktıkça, kralın sarayının bir odasında olduğumuzu hayal ederdim. Bunu ona söylediğimde, gülümseyerek: “Evet, burası Tanrı’nın Krallığına ait” demişti bana.
Kiliseden çıkıp çocukluğumuzun geçtiği Balat Sokak’larına adımımı attığımda, ayaklarım beni Kostas’ın okuduğu “kırmızı tuğlalı okula götürmeye başladı. Onun çıkışını, bu kırmızı kapı önünde az beklememiştim.
Kostas’ın anlattığına göre: Kırmızı okul olarak bilinen okul, ilk olarak 1454 yılında yapılmış. Bu günkü binasıysa; 1881 yılında Mimar Dimaolis tarafından, tamamen tuğladan ve herhangi üsluba bağlı olmadan yapılmış.
Sokaklarda dolaşırken; kaderine terk edilmiş, yoksul görünümlü bu semtin, o eski ihtişamlı günlerini anımsıyorum. Buradaki her şey, herkes gitmeden önce daha güzel ve renkliydi benim için… Maria Teyze’nin pencere kenarına dizdiği sardunya saksıları, cumbalı Rum evlerinin o eski halini anımsıyorum Balat’ın yokuşlu sokaklarında… Birçok ırktan, kültürden insanın komşu olduğu, kardeşçe bir arada yaşadığı zamanları, burada birçok dilin konuşulduğu o günleri anımsıyorum özlemle.
Buradan göçen Rumların, Yahudilerin, Ermenilerin yanı sıra; semtin çehresi değiştiği ve komşuları gittiği için giden Türkler ile birlikte, Balat’ın o güzel renkleri ve o ihtişamlı ruhu da gitmişti sanki. Şu anki Balat; yorgun, yıpranmış, unutulmuş bir ihtiyar gibi yalnız başına yaşam savaşı veriyordu eski güzel günlerinin, anılarının ve hikayelerinin gölgesinde…
Yaşanmış o eski hikayeler, Fener’i ayakta tutuyor gibiydi; aynı benim gibi!
Devam edecek…
Not: Bu hikayeyi, olası benzerlerinden yola çıkarak kurguladım.