Unutulmamalıdır ki, hayatta en tehlikeli varlık, yalnızlığını kendi seçme şansı bırakılmadan yalnızlaştırılmış, dışlanmış ve varlığına hakaret edilmiş olandır. Farklılıklarından dolayı bireyi dışlamak ve bu farklılıkları olumlu anlamda kanalize edecek ortam yaratmamak, sonra da enkaza buğulu gözlerle bakmak, uçurumun kenarında paten yapmak gibidir.
Bazıları vardır kafanızı çevirdiğinizde dikkatinizi çekmeden öylece devrilmeye hazır biblolar gibi bir köşede durur. Sesi çıkmaz, hatta doğuştan sesinin hiç olmadığını düşünürsünüz. Gözleri zaten bulunduğu yerde hiç değildir. Hayata omuz çevirmiş, sırtına yüklediklerinin ağırlığında kambur kalmışlardır. Kiminin saçı başı dağınıktır, kimisi utancını yere bakan gözlerine hapseder. Sizle yaşarlar ama sizden değildirler. Siz zaten hiç sizinle olmalarını dilemezsiniz. Kimi zaman çarpıştığınızda, çarpan siz olduğunuz halde kısık bir “pardon” cümlesi dudaklarından dökülenlerdir. Utancı arkadaş saymış, yalnızlığı bedel görmüş kişilerdir.
Bazıları vardır en isyankâr melodiler dudaklarında türküdür. Muhalif ruhlar orada burada huzuru bozar. Sokakta teneke kutulara tekme atanlar bunlardır ve kedilerin kuyruklarına basanlar da. Âşık olduğunda en çok hırpalayan, sevdiğinde döven hep onlardır. Köpeğine en acımasız isimleri takan, sinirlendiğinde gördüğü ilk sandalyeye tekme atanlar da onlardır. Sınıflanmaya gelemeyen, sıradanlığa burun bükenler onlardır. Okulda dersin düzenini bozarak başlayan başkaldırı, otoriteye meydan okurcasına tüttürülen sigaralar ve asla gerçekleşmemiş ideallere düzülen küfürler. Hepsi ama hepsi onlara aittir. Sizden değillerdir ama yanı başınızda mutlaka bir tane vardır. Evin uyumsuz küçük kardeşi ya da eşiniz ve belki de sevgiliniz.
Bazıları vardır ki onlar en kötüsüdür. Kimi zaman gazetelerden okuduğunuz acımasızlıkla bezenmiş cinayetlere imzasını atmış birer canidirler. Tecavüzleri, tarifi mümkün olmayan öldürme metotlarını büyük bir soğukkanlılıkla gerçekleştirirler. Tek bir mimik görülmeyen yüzlerinde ve bir buz kadar keskin cümlelerinde yaptıkları kıyımı tarif ederken ve sonsuz tatmin duygusu damarlarında gezinirken, idama veya müebbede mahkum edilirler. Karar, duygularına, ellerinden alınan yaşama dokunmaz bile. Ruh sağlığı buzdolabına saklanmış ve orada bakımsızlıktan çürümüş birer meyve gibidir. Büyümüştür, olgunlaşmıştır ancak bakımı nazik olan bu eşsiz meyve, ilgisizlikten yok olup gitmiştir.
Siz tüm bu insan profillerine bir yerlerden aşinasınızdır. Hafif şiddette seyreden ergenlik dönemlerinde, kendinizi bulduğunuz ruh hallerine tarif de olmuştur bazıları. Ancak siz yine de onlardan değilsinizdir. Bir tarafınız yumuşatıcı katılmış muhalif gibi davranmaya devam ederken, her tartışmanın sonunda uzlaşırsınız. Uzlaşmak, “muhalif” sözcüğüne düşmandır. Normal insanlar düşmanlığı ölüme götürmez değil mi? Zaten “normal” insanlar, itilmez veya dışlanmaz da. Çünkü uzlaşır ve yumuşatılmış muhalefete gülümser. Dışlanmayan insan da düşman olmaz ve acımasızlaşmaz.
Peki ya sistemin ve insanlığın oluştuğu ilk günden beri yarattığı bu düzenin dışına itilenler?
Farklı hissedenler ve farklı olduğundan sevilmeyenler. Zannetmeyin ki eş cinseller, lezbiyenler veya diğerlerinden bahsediyorum. Sistemin dışına itilen ama şimdilerde kendilerine yine de “yapay bir gülümseme” ile yer açan bu azınlıklardan çok daha az kabul görenler de var. Ruh sağlığı ile ilgili problemler yaşayanlar veya belirli suçlarla hapishaneye girmeye mahkûm olanlar konumuz. Sadece bunlarla da kalmıyor zincirin dışına ittiklerimiz, göreceli kavram yanılsamalarımız da birer dışlama yaratıyor. Mesela “çirkin” sıfatı altında tanımladıklarımız veya zekâsını farklı, alışılmamış yollarla ifade edenler.
Düşünce Yapısı
İnsanoğlu doğdu ilk günden beri toplumun kendine öğrettiklerini özümser. İçine düştüğü dünyaya o kadar yabancıdır ki, güvenebildiği çok az insanın damarlarına enjekte ettiği gerçekliğe bağımlı kalır. Bu değişmez düşünce yapısı zamanla esner. Karşılaşılan farklılıklar onu eleştiriye itse de, bu farklılıkları kabul eder ve yalnız kalmamak adına kendine paylar bırakır. Paylar bırakmayan birey zaten yalnızlaşır. Bundandır ki değer yargılarımıza zıt insanlarla da arkadaş kalabiliriz ya da en azından ilişkimizi devam ettirebiliriz. Zaten esneklik derecemiz, ilişkilerimizin yakınlığını belirler.
İşte insanoğlu sistemi ve zinciri benzer düşünce şekillerini uygulayarak inşa eder. Bu düşünce tarzına zıt davrananlar, başkalarının yaşam tarzına aşırı muhalif tavırlarla, radikal bir yalnızlığa kucak açar. Bunu kabullenmek istemeyen bireyler, esneme payını hesaba katar ve hayatına böyle devam eder. Benzer düşüncelerde olanlar, birlikte bir halka oluşturur ve yaşamını yalnız kalmadan, aynı kafa yapısında olduğu insan profilleri ile idame ettirir.
Ancak kimi insanlar, hiç bir halkaya uyum sağlayamazlar. Kendi düşünce yapısı ve bundan kaynaklanan tavırları o kadar marjinaldir ki, kimsenin kabullenemeyeceği bir tutum sergilerler. Yalnızlaşan insan hırçınlaşır ve kendi dışında kurulan birlikteliğe zarar vermeye çalışır. Zinciri kırmak ve o zincirde kendine yer açabilmek için, öfke ve acımasızlık zırhını giyer. Bu zırh kimi zaman sadece ruhsal veya sözel, ancak zararsız bir savaştır. Kimi zaman da acımasız bir katliam yaratır. Birini dışlamak, onun varlığını yok saymak, sistemin dışına itmek, yalnızlaşmaya mahkûm edilmiş bireyde oluşan isyan çığlıklarının yansımalarına mahkûm olmayı gerektirir. Sonra sorular sorar “normal” bireyler kendilerine, açıklaması mümkün olmayan olayların getirdiği şoka maruz kalırken.
Hepimiz dünyaya, onayımız alınmadan, anne ve baba olarak bildiğimiz insanların birer parçası olarak geldik. Düşünce temelini ailemizden, okulumuzdan ve yakın çevremizden alsak da, bir beyin ve ruh karakteristiği ile varoluşumuzu özelleştirdik. Biz benzer düşünce yapılarını tamamen özümseseydik, benzer kalıplardan çıkan insan profilleri, yaratıcılığa ve eşsiz renklerdeki farklılığa balta vururdu. Ahlak kuralları veya nezaket kuralları, esneme olmaksızın kabul edilseydi, bastırılmış karakterimizin acı çığlıklarından sağır olurduk. Bu sebeple, seçme şansımızın olmadığı bir düşünce seli ve davranış şekli vücudumuzda ve beynimizde oradan oraya akarken, bizden başkalarının bizimle benzer normallikte olmalarını beklemek ve onları sistemin, zincirin dışına atmak ne büyük bencillik!
Bu dışlanmayı açıklamak isterken, bir dönemin ve günümüzün kült filmlerinden, yazar Antony Burges’ün romanından uyarlama ve Stanley Kubrick’in yönetmenliğini yaptığı, “Otomatik Portakal” filmi gelir aklıma. Film, çete üyesi Alex’in işlediği suçlardan sonra, bir anlaşmazlık sonucu, çetenin diğer üyeleri tarafından ihbar edilmesinin ardından, bir deneye tabi tutulmasını anlatır. Önceleri kendi arzusu ile acımasız suçlar işleyen Alex, daha sonra toplumdan itilmişliği yüzünden tekrar kabul edilme arzusu ile ve toplumun üstü kapalı baskısı nedeniyle iyi olmaya çalışır.
Filmden bahsetmek istememin sebebi, filmin konusundan ve anlatmak istediğinden daha çok insanların sistemin dışına ittiklerine ne derece acımasız ve riyakâr davrandıkları ile ilgilidir. Çünkü insanoğlu kenara ittiği bireyin, bu itilmişliğe verdiği cevaba acımasızlık derken, kendi çelişkisine gönderme yaptığının farkında değildir. Bizler ruh sağlığı farklıları, görsel olarak “normal” ölçütlerimizden ayrı olanları ve daha nicelerini soğuk tavırlarımız, acımasız eleştirilerimiz ve en çok da “Seni yok sayıyorum!” diye bağırdığımız o tarifsiz jest ve mimiklerle yıkarız. Sonra bu yıkımın enkazlarını ayıplarla izleriz.
Bizler ünlü yazar Mary Shelley’nin, “Frankenstein” romanında bahsettiği, Victor Frankenstein gibi yarattığımız farklılıktan iğrenirsek ve ondan kaçarsak, onu ötekileştirir, dışlar ve varlığını yok sayarsak, ortaya gerçek bir “ucube” çıkardığımızı yadsımamak gerekir. Unutulmamalıdır ki, hayatta en tehlikeli varlık, yalnızlığını kendi seçme şansı bırakılmadan yalnızlaştırılmış, dışlanmış ve varlığına hakaret edilmiş olandır. Farklılıklarından dolayı bireyi dışlamak ve bu farklılıkları olumlu anlamda kanalize edecek ortam yaratmamak, sonra da enkaza buğulu gözlerle bakmak, uçurumun kenarında paten yapmak gibidir.
Toplumda her insan kendine özel ve güzeldir. Farklılıklar renklerimizdir, tehlikeli olanı tamir etmek ve ona yardımcı olmak görevimiz olmalıdır. Çocukluk çağlarında temelini attığımız bilinçlerimize, doğruyu ve güzeli ektiğimizde mutlu bir dünya yarattığımızı artık anlamamız gerekir. Çocuklar kanatsız birer melekse, ileride potansiyeli kötüye elverişli olanı önceden keşfetmek ve önlemleri buna göre almak, toplumdaki her bireyin işidir. Kimse hırsız ya da katil doğmaz, ancak bu özelliklere elverişli karaktere sahip olma şanssızlığını yaşayabilir. Bu sıfatlara sahip olmaması için, küçük bir çocuğun başta ailesi, daha sonra yakın çevresi olmak üzere herkesin sevgi ile örülmüş bir yuvayı ona sunması gerekir.
Hayat elbette tozpembe ve çikolata tadında değildir ancak, bir insanın canının ne kadar kıymetli olduğunu anlamak, sevgiyi kuvvetle kavramaktan geçer. Sevginin kol gezdiği ve her türlü farklılığa rağmen kabul görenlerin olduğu bir dünya, yaşanılabilir bir dünyadır. Fikirler, tercihler, duygular seçilemez ve eleştirilemez. Herkes kendi doğrusunu yaşarken, bize düşen, her niyetin içinde sevgiyi aramaktan geçer. Sevgiyi aramaktan vazgeçmemek dileğiyle.