Zincirleme bir kaza ile Midas’ın altın bir kuşa dokunmasıyla onu ölümlüye dönüştürmesi bir olurken, kurumuş denizi gözyaşlarıyla yıkayan kuş, civamsı altın bir denize dönüştü ve deniz de kuşa.
Gökyüzünün kucak açtığı ile yüzengillerin yuvası kucaklaştı. Kuşun kanat makasları bilendikçe denizi yırttı büyük bir yaşla. Yağmur aşkın gözyaşıyla yağınca denizden yağar oldu. Altın bir kentle buluşmamız böylesine güzel bir cinayetle başladı.
Altın varaklı bir kutudan ev hediye edilmişti her birimize. Kocam ve ben gayrı insiyaki olarak üç odalı olanını seçivermiştik. Altın Rodriquez Pena, melek figürleri ve sessiz sedasız bir kum saati vardı içinde. Çayır biçme makinesi, el arabası, eskici patırtısı yoktu dışında. Aşk yuvamızı sevgiyle koyultan sarılışlar, dokunuşları okşayan bir gökkuşağı asılıydı her daim. Buraların akçıllığı bile gizli kapaklıydı yani sevgilim…
Kocam gözlerinin gökkuşağına bir ilişmesinin ertesi gözlerime kilitlenivermişken; elleri yumuk yumuk, gözleri pörtlek bir yaratık beliriverdi. Kocam kendisine aşk bakışları fırlattığımı sanırken, ben bebeğimizi görüyordum gözlerinde. Elbette sırılsıklam aşıktım. Fakat o sıralar telepat (zihin okuyabilen) bir bebeğimiz olacağı nakşedildi zihnime, onca altın rüyaya rağmen dünyayı- her şeyi mor ile mavi arasında cümbüşlü geçişlerle gören… Doğmamış bebek doğmuş bebektir; seçmiştir evini ya pek önceden…
Mor-mavi degrade süsü, görüntüsü ya da hissi barındırmayan objelere, çocukluğumdan getirdiğim ve turuncuya soğukluğuma rağmen o renkli olan tavşan makasım da dahil olmak üzere dokunamadım bir süre. Artık evin kısıtlı ve kısıtsız, kasıtlı ya da kasıtsız iç içe geçen iki kişiliği vardı. Bebeğimin ve şehrin kendi özünden yansıttığı iki ayrı perdeden renk geçişi, evreni iki yana doğru genişlettikçe genişletiyordu. Kendime açıklayamadığım, bilinmeyen her şeyi olağanca sevgimle kapsayıp yuttuğum, bazısını bir süreliğine görmezden geleceğim bir açlıklı inada bürünmüştü tenim.
Açlıklı ten ve inat nasıl bir ikilikten yankı buluyor diye düşünmeliydik ve çınladı da kulağımızda nedenleri: Guatavita Gölü’ndeki iblise tapan Muiska Kralı’nın, üzerine çırılçıplak iken altın tozu döktürmesinin kırıntılarıydı bu eşzamanlılığın şanssızlığıyla. Eldorado salının yanlış salınımlarıydı…
Ve tüm nedenlerin nedenine öpücük kondurduk. Ve neden sonra hislenip kocamın yastığına bunu iliştirdim: Gözlerindeki ilikleri giderken düğmelerle kavuşturmanı sevdim en çok./ Gelirken fermuar kadar kolay soyunan ruhunda aynalık/ Dudaklarında Gospel kokan bir ıslık/ Ve aşık ruhunda aptal bir sarışınlık idi/ Beni çeken o salgın- sağlıklı hastalık. (Aşktan bahsetmeyi pek sevmesem de O’nun bana verdiği bir görevdi bu, saygıyla eğildim.)
Bir ara beliriverdi gelecek ve “Kimi yanlış insanı öperken kondurandır veda öpücüğünü malı-mülküne, kimi gerçek insanına yaklaşma gerçeğinden çalıyordur kapılıp zaman lüksüne; siz mucizemdiniz birbirinizi tamamlayan ki aşığım birbirinizi farketme gerçeğine, bu yüzdendir ki ‘sizi seçtim’li cümleler motor hızında ve atonal bir ninni gibi uçuştu şimdiye…
“Aşkın dili izolan bir dildir ve doğasında cübbesini giyip ortalıkta volta atan bir yargıç yoktur. Dillendirince mikrop kapması bundandır” diye mırıldandı bebeğim kulağıma.
Tanıklık ve tanımışlığın hafif ürkütücü, dolaylı-saçaklı şaşkınlığı coşkuya dönüştü birdenbire, bir an… Kocamın hayranlık dolu bakışlarından öptüm sonra uyanıp ve misk kokan sonsuz sarılışlarından uzun bir soluk…