Topraktan gelip, gene toprağa gidecek olan bizlerin, aradaki süreci alışveriş merkezlerinde tüketmesi ne derece anlamlı? Aynı ev içinde birbirimizle iletişim kuramazken, son model cep telefonlarına sahip olmamız yaşamı daha mı anlamlı kılıyor?
Geçtiğimiz ay büyük bir kente düştü yolum. Aslında kentin içine girmedim bile. Gençliğimde dışında kalan, şimdilerde nerdeyse merkezinde olan bir yerde konuk oldum iki gün. Sıkı bir deneyim oldu benim için. Köyümden, evimden, ekmeğimden, soframdan uzak bir dünyayı seyrettim. Koca koca alışveriş merkezleri sıralanmış yan yana. Hepsinin de park yeri tıklım tıklım dolu. Onca insan “boş” olan zamanını, “fazla” olan enerjisini buralara ayırmış demek ki. İçerde bir şeyler üretiyorlar mı bilmem ama tükettikleri, tüketirken de tüketildikleri kesin olsa gerek. Yanlış anlamayın sakın sizi yargılıyor filan değilim. Sadece anlamaya çalışıyorum nerde durduğumu. Kendimi arafta kalmış gibi hissettim de oralarda.
Doğanın orta yerinde, olabildiğince bozulmamış, lezzetini kaybetmemiş az ama öz şeyler bulup yerken keyfim yerindeydi. Kocaman açık büfe kahvaltı sofrasını görünce, gözlerim büyüdü birden. Peynirlerin aldığı şekilleri, yumurtanın hallerini, zeytinin soslarını, salataların albenisini, böreklerin tazeliğini anlatamam. Bu sofrayı hazırlayanların telaşı, size cazip gelecek bir şeyi ille de bulmak ve cebinizdeki parayı kendi kasalarına aktarmak. Bu konuda çok kararlı oldukları büfenin zenginliğinden belli.
Para ve beton ile gelen kölelik
Para aslında takasın tükendiği yerde çözüm olmuş. Yani diyelim ki o ayakkabıcı, sen de sepetçisin. Senin ayakkabıya ihtiyacın var ama onun sepete yok. Ne vereceksin karşılığında? Böylece para her şeyin yerine geçer olmuş. Bir şeyi üretirken harcanan enerjiye denk bir birim belirlenmiş ve o kadar birimlik bir fiyat konmuş. Yani bizim kahvaltıcı o peynirlere şekil vermek için harcadığı enerji karşılığı olarak sizden, bütün gün kapalı büroda çalışarak harcadığınız enerji için size ödenen parayı istiyor. Çok mu karmaşık oldu?
Anlaşılan günümüzde harcadığımız enerji tamamen göz ardı edilerek sadece cüzdanımızdaki para önem kazanmış. Her şeyi idare eden para olmuş. Öyle bir sistem ki bu, önce bizi özendiriyorlar, arzulatıyorlar, bilinçaltımıza işliyorlar, sonra da sunuyorlar. Çocukluğumda bir margarinin tanıtıldığı, mutlu aile tablosunu resmeden reklam beni kıskançlıktan çatlatırdı. Biz öyle bir aile değildik. Şu adı lazım değil margarinden alsa idik, öyle mi olacaktık? Böylece bizi programlayıp, özendiğimiz şeye sahip olmak adına bir çeşit köleleştirdiklerini anlamam yarım yüz yıl sürdü. Ona ulaşmak için çalışırken, aslında kimin için çalışmış olduğumuz gözden kaçıyordu. Anladığımızda ise iş işten geçiyor. Zincirleri kıracak gücümüz kalmıyor.
Tüm bunlara ihtiyacımız var mı gerçekten?
Topraktan gelip, gene toprağa gidecek olan bizlerin, aradaki süreci alışveriş merkezlerinde tüketmesi ne derece anlamlı? Aynı ev içinde birbirimizle iletişim kuramazken, son model cep telefonlarına sahip olmamız yaşamı daha mı anlamlı kılıyor? Yoksa onları bize dayatanlara mı anlam kazandırıyor bilemiyorum.
Bu büyük soruları yanıtlamak bize düşmemiş. Ama işte akıl bu durmuyor ki, maymun gibi zıp zıp oradan oraya atlıyor. Ben döneyim gene o büyük kente. Kocaman bir armağan aldım evinde kaldığım dosttan; minik bir kavanoz arpa tohumu. Adı, peygamber arpası imiş. Köyün birinde bir delikanlı dedesinden kalma, yarım teneke bu arpadan bulmuş. Artık kimsenin ekmediği, varlığını bile unuttuğu bu arpanın sert kabuğu yok. Kırmaya gerek olmaksızın öylece yiyebiliyor insan dişlerinin arasında ezerek. Hazine gibi bir şey bu. Dostum o yarım tenekeyi tohum olarak kullanıp, yeni tohumluk üretmiş. Payıma bir minik kavanoz ayırmış, bahçeme dikmek üzere. Sardım, sarmaladım el çantama yerleştirdim onu özenle.
Ertesi gün bir ödeme yapmak için bankaya düştü yolum. Bankanın kartına sahip olmadığım için, kart kullanmadan bir numara aldım. İçerde tek bir müşteri vardı. Sevindim hemen sıra gelecek diye. Sen misin sevinen! Benden sonra bankaya gelen en az on kişi, benden önce işlemini yaptırdı. Onların kartı vardı çünkü. Sinir barometrem bir yükseldi ki… Neler geçmedi aklımdan. Kartım olmadığı için ne hallere düştüğüme öfkelendim. İsyan ettim. Müdüre çıkmak bile geçti içimden. Ne yani ille de para, kart, o bankada hesabı mı olmalı idi insanın, insanca muamele görmesi için. Kendimi güçsüz, zavallı, yoksul hissettim… Sonra sistemin beni soktuğu bu hale öfkelendim. Çok öfkelendim.
Ve birden çantamdaki minik arpa kavanozu geldi aklıma. Omuzlarım diklendi. Güvenim yerine geldi. Gülmeye başladım deliler gibi. Allahtan susmayı becerip, çenemi tuttum. Susmasaydım soracaktım onlara, para ekseler arka bahçelerine, topraktan para biter mi acaba diye. En büyük hazine benim çantamdaydı, bilmiyorlardı. Tohumlarım bire on verecekti başaklarında ve bir gün bir dünya beslemeye yetecekti! Özgürleştim tüm öfkemden… Farkındalığın getirdiği özgürlüktü bu. Tanıdım yüreğimdeki hafiflemeden.
Korktum sonra birden. Aklıma düştü, onlar tohumlarımızı da kontrol altına almışlardı. GDOlular, hibridler, patentli tohumlar. Sahip çıkmazsak yerel tohumlarımıza, onların bize biçtiği değer ölçüsünde, yapay lezzetlerle donanmış sofralarda kendimizi doymuş zannederken, aç kalkacak ruhlarımız. Daha sıkı sarıldım kavanozuma.
Şimdi onlar minik bahçemin başköşesinde. Seksen yaşındaki komşu amcam salladı kazmayı, eledi tohumu bir güzelce, tırmıkladı sonra da… Tamamı karıncalara yem olmadan düştü yağmur üzerlerine. “Bu örnek olacak, iyi bakmalı” dedi. Anlamıştı heyecanımı, daha önce hiç görmediği bu cinsini arpanın, kendince önemli ve kıymetli bulmuştu. Beni daha bir sevmişti kendince, onun için yaşına bakmadan bahçemde alın teri döktü, enerjisini saldı toprağa.
Rahim olanın toprağında, rahmeti ile buluşan peygamber arpasından bir gün size de düşerse, kulağımızı çınlatın.