Bir rüyadayım ismi Mana olan

Rüyamda, çok şiddetli depremler oluyor. O beyaz sütunlar ve her yer mermer… Üzerinde koşuyorum. Eskiyi hatırlıyorum o güzel günleri, yemyeşil ağaçları, mis kokan rüzgarları ve engin mavi denizi ve kristalleri. Ne oldu da oldu depremler ve şiddetli kasırgalar her yer yerle bir sanki.

mana

Bir rüyadayım ismi mana olan

Koşuyorum elimde bir bebek var, ama benim değil, ağlamıyor, hiç sesi çıkmıyor, korkusuzca. Bir asansörden iniyorum, fakat peşimde bebeği almak isteyen birkaç kişi var. Ölmek üzereyiz diye düşünüyorum ne bu şimdi? Bebeği almak istemek de ne ki?

Uyanamadım yine. Bir el beni tuttu ve çekti. Zamanın akmadığı zamansızlığa. Zamanın en zamansız olduğu An’a. Oradaydım. Olmam gereken en yükseklikte. Yanımdaydı yine rüyalarımda beni hiç yalnız bırakmayan, mavi gözlerin sahibi. İşaret etti. Yatakta yatan kendime baktım. Baktım ve gördüm! Ama bir gözlerim yoktu. Bu bakış başka bir bakış, bu görüş başka bir görüştü sanki…


Başımda saat tam sabahın beşini gösteriyordu. Ve aynı An’da saat sekizdi. Zamanın olmadığı zamansızlıktan, bakıyordum.

Saat beşte uyuyan kendimi ve saat sekizde uyuyan kendimi aynı anda görebilmek, tek kelime ile imkansız gibi geliyordu. Olmam gereken en tepe noktasında, zamanın başka bir boyutta aktığı zamansızlıktan seslendim kendime. “Heyy, uyan artık! Zamanı geldi.”

Mavi gözlerin sahibi “Daha değil, ama Zamanı geldi!”

Beni hangi saat dilimine göndereceğini merak ederken, birden saatin beş olduğu zaman dilimini gördüm. Oysa her sabah altıda kalkıyordum. Aynı anda altıyı gördüm. Ama bu görüş yan yana olan bir dizi halinde görüntü değildi.

O an baktığımda altı ve beş saat dilimini aynı anda algılayabiliyordum ve yataktan doğrulup, saatin alarmını susturduğumu da gördüm, henüz beş olduğu andaki uyuduğum anı da gördüm. Sanki hepsi iç içeymiş gibiydiler. Artık uyanmalıydım. Geri dönüşün şokunu atlatıp atlamamak, zamansızlığın zamanında ve “Zamanın Tek sahibinin” yanında olduğum huzurun tarif edilmez halini doya doya yaşayarak uzandım, ötelerden, dünyaya.

Uyanmalıydım. Son bir hamle kalmıştı. İşte oradaydım. Yatağımda. Geri döndüm ve bedenime doğru yolculuğum, sıcak bir günde ılık bir göle dalar gibiydi.

***

Sabah güneşinin, aralık perdeden girişi, artık uyanma zamanın geldiğinin habercisiydi. Yatakta doğruldum ve hazırlanmak için kalktım.

Saat altıyı gösteriyordu, ama alarmı ne zaman kapatmıştım? Hiç hatırlamıyordum!

İşler çok yoğun, sürekli mesailer, gün boyu telefonlar, yurtdışından müşteriler, teknik hatalar inanılmaz bir hafta geçiriyoruz. Birden telefon geliyor, Tahran’dan müşteri gelmiş diyorlar, teknik soruları var yanına geliyoruz.

“Tamam” diyorum ama biraz isteksiz, çünkü yetişmesi gereken ne çok iş var.

Mana

Temsilcimizle birlikte Tahran’dan bir bayan geliyor, içeri giriyorlar ismi Mana. Türkçe biliyor. Gözlerindeki pırıltıya bakıyorum ve içimden

“Ne güzel bir ismi var. Mana…” diyorum içimden. Ama sanki beni duyuyormuş gibi gülümsüyor. Biraz bozuk bir aksan ile bana fısıldıyor:

“Bir rüya”

Gülümsüyorum, anlamıyorum ne demek istediğini daha doğrusu anlamak istemiyorum çünkü çok yorgunuz ve telaş halindeyiz. Bir an önce ne soracaksa sorsun ve gitsinler diyorum içimden.

“Bir rüya” diyor tekrardan Mana. Yanındaki temsilcimize bir şeyler diyor Farsça. Sonra tek başımıza ikimiz kalıyoruz.

“Hatırlıyorsun sütunları, beyaz sütunlar. Her yer mermerden. Bembeyaz. Sen koşuyorsun elinde bir bebek var. Ben seni araca bindirmeye çalışıyorum. Defalarca görüyorum bu rüyayı ve seni.”

Emin değilim, ne demeliyim ben şimdi diyorum bu kadına. Benim de defalarca gördüğüm rüyayı anlatıyor ama nasıl güvenebilirim ki, üstelik de burası bir işyeri.


Oturuyoruz ve anlatmaya başlıyor o sonunu anlatıyor ben ise başını biliyorum rüyanın. Tabii rüya mı o da bir muamma.

Beni elimde bebekle gördüğünü ve araca bindiğimizi ve bir süre atmosferde kaldığımızı, daha sonra sığınmak için bir gezegene gittiğimizi anlatıyor. Biz ve binlercesi… Tufandan sonra tekrar gezegene geri döndüğümüzü ve sonrası bilinen şeyler. Benden başını istiyor.

Diyorum ki:

“Rüyamda, çok şiddetli depremler oluyor. O beyaz sütunlar ve her yer mermer, üzerinde koşuyorum. Eskiyi hatırlıyorum o güzel günleri, yemyeşil ağaçları, mis kokan rüzgarları ve engin mavi denizi ve kristalleri. Ne oldu da oldu depremler ve şiddetli kasırgalar her yer yerle bir sanki. Koşuyorum elimde bir bebek var, ama benim değil, ağlamıyor, hiç sesi çıkmıyor, korkusuzca. Bir asansörden iniyorum, fakat peşimde bebeği almak isteyen birkaç kişi var. Ölmek üzereyiz diye düşünüyorum ne bu şimdi? Bebeği almak istemek de ne ki? Neden taşıyorum bu bebeği ben? Kim bu bebek diyorum. Her yerde yıkıntılar ve depremler gittikçe şiddetleniyor. Sütunlar bir bir yıkılıyor sonra karşımda bana elini uzatan bir kadın. Gülümsüyor ve elimden bebeği alıyor sonra gemiye biniyoruz.”…

Rüya bitiyor. “Ben gidiyorum” diyor mana. Kalkıyor.

“Nihayet bebeği bana teslim ettin rüyamda.”

“Kimdi o” diyorum. “Sadece bu rüyada değil birçok rüyada gördüğüm o bebek kimdi? Niye böyle rüyaları birçok kere tekrar tekrar görüyorum ben?”

“Bilmiyorum” diyor Mana. “Ben de hep aynı yeri görüyordum ve şimdi sen bana başını anlattın. Yine aynıydın, yine seni görüyordum. Ama rüyamdaki biriyle bir gün karşılaşacağım hiç aklıma gelmemişti doğrusu.”. diyor ve biraz duraksıyor. Sonra:

“Sana iletmem gereken bir mesaj var, belki senin işine yarayabilir” diyor.

“Nedir?”

Cevap veriyor gözleri parlayarak:

“Biz hep buradaydık. Hiç bir yere gitmedik. İşte sana mesaj. Gerisi artık sana ait” diyor, gözlerindeki pırıltılar giderek artıyor.

“Rüyanın, senden öncesini hatırlayan biriyle karşılaşmanı umut ederim” son sözleri oluyor Mana’nın.

Yerinden kalkıyor kapıya doğru yöneliyor. Gizemli bir şekilde dönerek bana son kez gülümsüyor. “Hoşça kal!” diyerek kapıdan çıkıyor.

Kalkıyorum yerimden Mana’nın arkasından gidiyorum. Ama bulamıyorum. Koridora bakıyorum, yok! Temsilcinin yanına gidiyorum, az önce yanıma getirdiği İranlı kadını soruyorum. Şaşırmış bir biçimde yüzüme bakıyor ve öyle birinin olmadığını, yanına hiç gelmediğini söylüyor. Hatta bugün benim odama hiç gelmediğini de belirtiyor…

Ve içimde bir ses yankılanıyor:

“Kendi “zamanı” için gelenler…

Kendi “zamanını” feda ederek gelenler…

Birlikteler…


“Zaman”ın sonunda…”

Şems’ten doğan güneş: Mevlana


Kevser Yeşiltaş
1971 İzmir doğumlu. Uluslararası Flexo Baskı tesisleri bünyesinde çalışan bir fabrikada Grafik, Reproduksiyon ve Cyreel Üretim Müdürü. 23 yıldır halen Grafik Tasarım ve Renk Ayrım Uzmanlığı mesleğine devam ediyor. Eylül 2009'dan bu yana İndigo Dergisi'nde yazarlık yapıyor. Mayıs 2010'dan bu yana da sinirotesi.com'da kitap yazarlığı yapıyor. http://kevseryesiltas.com kendi sitesinden ziyaret edebilirsiniz.. Yayımlanmış kitapları: Kuantum Gizli Öğretisi (Ağustos 2010) En'el Hakk Gizli Öğretisi "Hallac-ı el Mansur" (Mayıs 2011) Batıni Mevlana (Eylül 2011) Işık Eri Haci Bektaş Veli (Ocak 2012) Arif İçin Din Yoktur Muhyiddin İbn-i Arabi (Temmuz 2012)