New York, dumanlı nefesini alıp veren bir buharlı treni anımsatıyor, kökleri yaygın yeraltında bir ağaç...
Sabah 5.30’da benim, 5.50’de Filiz’in yolculuğu başladı. Havaalanına varınca görevliye tüm belgeleri hazır telaşlı bir görüntü çizmemek için ağırdan aldım, yaşımın gereği huzurlu zararsız bir gölgeyi suratıma yerleştirdim. Görevli de pek zorlamadı sağ olsun, sisteme yeni adımı da ekleyince her şeyin yolunda gideceğine dair inancım tozlarından silkindi. 115 Nolu kapıya yüklerinden hafiflemiş uykulu şekilde vardığımızda o heyecanı, bazen duymakta zorlandığım hatta bazen kendimi duymaya zorladığım heyecanı doğal olarak hissediverdim. Gidecektik işte, elimizde 57-J gibi uçağın büyüklüğü hakkında fikir veren bir bilet tutuyorduk, ferah yolculuğa çıkmanın gereği işleri bitirmeye odaklanınca, hiç plan yapamamıştık. Hatta haftalar sonra ilk kez Filiz’le yan yana gelebilmiştik.
Kitapçıdan kaptığım bir rehber bize önümüzdeki uzun saatlerde yarayacaktı. Serbesttik bir yandan. Dakik, kimin ne zaman ne yapacağını belirleyen bir toplantı programına benzemediği için, her yeri göreceğiz kaygısı taşımadığımız için iyiydik. Eylül’le beraber uyumak için yolculuğa çıkmadan son banyo rutinini yapamadığım ve her zamanki gibi günübirlik geziye gider gibi çanta hazırladığım için elimdekilerin beni ne kadar temiz tutacağını tahmin etmeye çalıştım. Elbette her zamanki gibi boş verdim. Nasılsa pürü pak bir yolcu olmamıştım şimdiye kadar. Tabi kadınların çantaların boş gitmesi dolu dönmesi geleneğinden de yararlanmadık değil.
Uçağa hoş geldik
Her adımda soyadımla ilgili değişikliği açıklamak zorunda kalacağım derken, sorular beni ıskalayıp giriş töreninde Filiz’e denk geldi. Öylesine hızlı ve tırmalayıcı soruyorlarmış ki, neredeyse “evet o benim hatalıyım” demeye geldiğini aktarıyor bana sonradan. Onu beklemek ve yardım etmek istiyorum ama görevli beni zorla ilerletiyor, birikme yapma diyor. Henüz kendi topraklarımızda uçağa geçilen salondayken, tedirgin ve güvensiz Amerika’ya hoş geliyoruz.
Ayak uzatmalı, masaj koltuklu business class’ı geçiyoruz. Arka sıralarda ünlü bir iki yüz. Biri yeni biri eski tanıdık bu simaları nereden hatırladığımızı, vardığımızda saatin kaç olacağını konuşuyoruz hızlıca. Evet, “Mutluluk” filminde Özgü Namal’la oynayan çocuk, arkadaki de gençliğimin “Pop Saati”nin yumuşak sesli sunucusu. Saat farkımız 7.
Filiz de ben de 3’er film izliyoruz; benimkilerden birinin adı “Just That”, Queen Latifah oynuyor. İri ve diğer kadınlara fark atacak bir güzelliği yok. Yine de basketbol oyuncusunu kötü zamanında bile sevmeyi sürdürdüğü için aşk yarışını dayanılmaz güzellikteki kuzeni yerine kazanıyor. Pek inanasım gelmedi. İki çocuğun arasında geçen bir aşk filmi daha seyrediyorum ve evet bir tane daha. Oyun bile oynuyorum ekrana uyuşmuş gibi bakarak. Ama zaman bu, istesen bulamazsın bazen de bulur tüketemezsin. Filiz bir süre ayılamıyor, hele plastik perdeleri kapattırdıklarında tam anlamıyla sersemliyoruz. Filiz’in aksine gözlerim kançanağı ama uyumak ne mümkün.
Yeni İngiltere
Bir çırpıda kontrolden geçiyoruz. Pasaport görevlisi adam daha çok güven veren bilge yaşlı bir kadını hatırlatıyor. Yardım eden öyle çok ki şaşırıyoruz, otele varış istasyonlarını kayan birbirine yapışan harflerle tarif eden neşeli adama bahşiş mi vermeliyiz? Bir miktar uzatıyoruz, almayınca utanıyoruz yaptığımızdan. JFK’dan Jamaica İstasyonu, E hattıyla Lenxington, oradan 6 nolu hatla 14’incü cadde durağı, sonrası birkaç adımdan ibaret otele varış. Metrodan çıkışta birbirimize “Bu an New York’la tanışma anımız” diyoruz; hava kararmak üzere ve her türden insanı barındıran yabancı hissettirmeyen bir fotoğraf bu.
Misafirhane
Seasafers International adlı Lutheran Kilisesine ait misafirhanede 6’ıncı kattaki geçici odaya çıkıncaya kadar ne kadar yorgun olduğumuzdan haberdar değildik. Kısa bir tur atmayı bile düşünmüştük. Oysa yatağa son uykusuna yatan bir yaprak gibi düştük ve notlar düşmeye başladığım 5.30’a kadar bu yorgun kütleleri bir milim oynatamadık. Polis sirenlerinin ve ambulans seslerinin sıklığı şaşırtıcı gelse de ninni olmaktan öteye geçmedi.
Cuma gecesi içinden geçtiğimiz sessiz akşamüstü, gecenin bu saatlerinde 6ıncı kattan lüks, biraz belalı, neşeli ve ateşli göründü gözümüze. Müzikli Amerikan İngilizcesiyle küfürleşmeler de en az sirenler kadar kabarıyor gecenin mayasından. Buna kapımız önünde shout up (kes sesini), hussh (şişşt) kelimelerinin yolu gösterdiği bir tartışma karışıyor. Bela okuyan kadın. Sakinleştiren adam. Tekrar uyumaya çalışıyoruz.
Asansörde küçük bir çerçevede “evet şehirdeki en hızlı asansörün bizde olmadığını biliyoruz” yazıyor. Gülümseyerek altını okuyorum. “Bu otele çok değişik ülkelerden çok değişik insanlar gelir, bu zamanı onları selamlamak veya tanışmak için değerlendirmek istemez misin? Dilersen sevdiklerin için, ülken ya da kendin için dua et. Ya da kimse sana bakmıyorsa kültürfizik yap. Hiç olmazsa ve asansörde yanlızsan bu zamanın tadını çıkar çünkü bilirsin burası dünyanın en gürültülü kenti”.
Bir kilisenin sadık yaşlı üyeleri ve onların sebatkâr inançlı oğullarının işletmeye çalıştığı bir misafirhane. Gevşek ve huzurlular, endişeli değiller. Endişenin sevgiyle aynı yerde duramayacağını duymuştum. İyi çalışmayan bir bilgisayarda sıramızı bekliyoruz. Telefonum, eskisi tuvalete düşünce aldığım en ucuz telefon çekmiyor. Epostalara da pek ulaşılamıyor. Dünyanın bu köşesinde bir süreliğine de olsa erişilmeziz. Tadilat dolayısıyla son birkaç gün tümüyle kopuğuz. Daha iyisi can sağlığı.
New York’un aşağı mahallesi
Aşağımahalle (downtown), filmlerden tanıdık sokak isimleri, tanıdık bir enkazda yükselen büyük hassasiyet ve üzüntüyle ziyaret edilen Dünya Ticaret Merkezi inşaatı. İnşaatı adeta bir ibadet alanı gibi ziyaret eden, dualarını esirgemeyen, onları birarada tutan şeylere sarılan insanlar dikkatimizi çekiyor. İnşaatın ayrıntılarını öğrenmek için yadırganmaksızın işçileri detaylı sorularla sıkıştırıyolar. Alanın çevresini saran barikatta buldukları açıklıklardan çocuklarına aktaracak bir görüntü çekmeye çalışıyorlar. Filiz’le sokaklara dolan tozun haberlere yansıyan kayıtlarını anımsıyoruz, o anın korkusunu, telaşını, gürültüsünü, gri döne döne ilerleyen ve çevrilerek bizi içine alan yuvarlak bulutu hayal ediyoruz. Öte yandan, mazgallardan dumanların çıkışı meğer film hilesi değilmiş. Tütüyor koca şehir. Yerin üstünde olduğu kadar altında da yaşam sürüyor.
New York, dumanlı nefesini alıp veren bir buharlı treni anımsatıyor, kökleri yaygın yeraltında bir ağaç.
Hava güneşli ve Şubat ayında beklemediğimiz bir yumuşaklıkta. Ellis Adası’nı ve Özgürlük Anıtı’nı seyreden bir parkta gevşemek, uzanmak telaşlı turist kalabalığına katılmaktan elbette daha hoşumuza gidiyor. Böyle iyiyiz. Oturduk. Yüzümüz göçmenlerin giriş kapısı dedikleri adaya dönük. Heykeltraşın annesinin yüzünü verdiği bu ünlü heykel hiç de görkemli görünmüyor bu noktadan.
Şehir adını ilk Hollandalılardan almış; New Amsterdam. Bunu beğenen İngilizler New York demişler ele geçirince, bugüne gelinceye kadar Yeni İngiltere ismi korunmuş. Bir adı da “Büyük Elma”, elma logolu meşhur markanın da menşei burası herhalde diye yorumluyoruz.
Kimse; hangi boyda, renkte, zekâda, yetenekte ve ne kadar yoksul veya zengin olursa olsun bu kentin yabancısı değil gibi görünüyor, henüz ikinci gün olmasına rağmen ne biz başkasını ne başkası bizi yadırgamıyor.
Yiyecek marketleri, biraz hazır yemek cennetine dönüştürülmüş. En fazla birkaç gün dayanılabilecek türden bir çeşitlilik. Muhtemelen bir süre sonunda “herşey dahil” otellerdeki herşey aynı mı tadıyor noktasına gelinecek. 34 kasa var markette ve hayatımda görmediğim upuzun s’ler çizen bir sıra.
Gün içinde öyle yoruluyoruz ki, odaya döndüğümüzde yataktan çıkacak enerjiyi bulamadığımız gibi bazen uyuyacak enerjiyi de bulamayıp, adları ve yazarları aynı olan kitaplarımıza gömülüyoruz. Eylül’ü çok özlüyorum. Yanaklarındaki ve gözlerindeki çapkın gülüşü hafızamda, hoşlanmayacağını bilerek hayalini sıkıştırıp ard arda öpüyorum. Tüm şehir ayakta, belki uykumu kapıp giden bizi dışarı çağıranla aynı.
Parliament Mavisi Brooklyn
Brooklyn kıyılarına bakan limanı boydan boya yürüyoruz, Pier 17’de biraz oyalanıyoruz. Dışarıya çıktığımızda karşımıza koyu maviye boyanmış bir şehir çıkıyor. Parliament. Evet, bu mavi gerçekten sıradışı görünüyor. Filiz’le bir süre seyrediyoruz kıpırdamadan. Belli ki biz de karşı kıyıdaki birileri için böylesi bir maviyiz şimdi.
Gösteri sanatlarının kucağında büyüdüğü bu şehrin müzeleri de çok gösterişli ve baş döndürücü. İspanya’da mimarlık ve şehircilik nasıl göze çarpıyorsa burada da kostümleri, reklamları ve tümü bir platoya benzeyen arka planıyla gösteri sanatları “buralıyım” diyor.
Müzeler Koridorunda
Görmek istediğimiz müzeler var. Ancak bazıları, History of Nations Müzesi gibi karşımıza çıkıveriyor. Tam anlamıyla yolumuza çıktı da denilebilir. Ne yapalım geziyoruz bizde. Gerçek kıyafetler, her amaç için geliştirilmiş sepetleriyle ve bizden ilerde bir zevkin ürünü dokumalarla büyüleyici bir kültür Kızılderililer.
Sergide bir kayıt dinliyoruz tesadüfen yine; gözlerinde yok edilmenin incinme ifadesi asılı orta yaşlı bir kadın, hemen yanında sergilenen görkemli büyülü tören kostümünün babaannesine ait olduğunu anlatıyor. Kayıt boyunca hüzün kaybolmuyor, son sözlerinde nasıl bu yokoluşa izin verdiniz, elinizden birşey gelmedimi diye sorduğunu söylüyor babaannesine. Gözündeki karanlık kendi ülkemde göz göre göre kaybettiğimiz enerji üreteceğiz diye yerinden boşaltmaya uğraştığımız bugünün kırsal kültürlerini anımsatıyor. Üzülüyorum.
Her müze ayrı ayrı anlatmaya değer. Hakkını vermek için uzun bir zaman gerektiğini hissediyoruz. Bizimkisi bir göz alışverişi. Sanat eserleri zamanda akıcılığını sürdürüyor, sözlerimize yansıması hayatımıza iyiliği katması için o etkilenme anını uzatmak istiyoruz. Kimbilir belki yine geliriz.
Modern Sanatlar Müzesinde, Robert Mapplethrope’a ait bir kaç eser görmek bizi heyecanlandırıyor yine. Van Gogh’un servileri, kendi portresi, Matisse’in dans eden kadınları, Dali’nin saatler tablosu, Marc’ın inekleri resmettiği sayısız tablo, ve yüze yakın Picasso eseri bu şehirde karşılaştığımız süprizler arasında. Heykel bahçesinde yine Picasso’nun meşhur keçisi ve Aslı’nın hayranı olduğu Giocometti’nin bir eserini görüyoruz.
Eserlerin oluşum sürecini önemsemekle birlikte aslen nihai ürüne odaklandığımı, sonuç karşısında duyduklarımı daha fazla değerli bulduğumu söylüyorum Filiz’e. O da buna katılıyor. Süreç kesinlikle önemli, ama sonuç da kendi içinde değerlendirilmeli diyoruz. Özellikle modern sanatta bu yaklaşımı bilirkişilerle gözden geçirmeli. Filiz bir eseri kucaklamak, anlamak ve beğenmekle ilgili özgürlük duygusuna dikkat çekiyor, saf bir göz olmanın önemine. Katılıyorum. Bazı eserlerin önünde dururken nereden geldiği belli olmayan önyargılarımı savuşturmaya ve yepyeni bir gözle seyre çalıştığımı farkediyorum sonrasında. Müzeler ve sergilerde öyle uzun yürüyoruz ki, ayaklarımız veya fotoğraf makinasını astığımız omzumuz isyan ediyor.
Broadway ve New York
Bir Broadway müzikali seyretmeden dönmeyin tavsiyesine kulak veriyoruz. Buradaki salonlar arasına ses düzeniyle öne çıkan büyük sanatçıların sahnesine çıkmayı arzuladığı Carnegie Hall’un yolunu tutuyoruz. Her ne sahneleniyorsa onu seyretmek dileğiyle. Carnegie Hall’da müzikal yerine bir süredir konser verildiği, konser programında da bu hafta mahalle korolarına sıra geldiği için vazgeçiyoruz istemeden.
Seçenekler arasında Aslan Kral sıcak geliyor. Afrika müziğinin saf, ritm ağırlıklı yapısı sanırım ikimizi de cezbediyor. Doğru karar.
Tiyartonun yer göstericileri epey yaşlı ve yaptığı işin gururunu taşıyan hanımlar. Birinin patlamış mısır sorduğuna tanık oluyoruz yanlarından geçerken. Yaşlı yer gösterici kadın büyük nezaketle “bizim tiyatromuz patlamış mısır görmemiştir beyefendi”diyor. Oyunda yüksek sesle şarkılara katılanlar kadar fütursuzca gülenler, ama çoğunlukla da yüzlerinden ve giyimlerinden nezaket akanlar var. ODTÜ Oyuncuları olarak sahnelediğimiz “Bahar Noktası” oyunu geliyor aklıma. Bir rock müzikalini andıran ve kostümleri bize bu yönde yaratıcı olma imkânı veren heyecanlı bir oyundu. Dekorda maliyet engelinin etkisi apaçık görülüyor olsa da, kendi ölçüleri içinde şaşırtıcı bir üründü.
Oyun, sahneye koltukların arasından katılan dev insandan yapma bir fil, bir metal çubuğun ucunda dönerek uçan renkli kuşlar, insan bedeniyle uyum sağlamış ve o bedenle birlikte hareket ettirilen kaplan, ceylan, gergedan kuklalarıyla ve hepsinden öte yüksek hacimli zengin insan sesleriyle büyüleyici bir giriş yapıyor. Kayarak yer değiştiren ve ışıklarla şekilden şekle giren dekor sanki daha çok kıskançlık duygularımıza hitap etti. Bir sürünün taa uzaklardan gelişini arka arkaya sıralanan üç perde ve değişik boyutlardaki hareketli kuklalarla anlatan sahne aklımıza yer değiştirtti. Hikâyenin “hayat döngüsü” vurgusu, yokolmayla doğmayı birbirine düğümleyen sözleri ve bunları yırtıcı hicivci maymun masalcısıyla aktarması olağanüstüydü.
Sardis
Dışarı çıktığımızda birbirimize ne söyleyeceğimizi bilemedik, tek aklımızdan geçen Alev’in de burada olmasıydı. Çıkışta Sardis’te birşeyler atıştırdık. Burası geçmişte müzikalden dağılan oyuncuların değerlendirme yaptıkları veya kutlandıkları yerdi. Geçmişteki havası diğer dönemleri yansıtan diğer yapılar gibi korunmuştu. Girişten içeriye göz attığımızda bizi almayacaklarını düşündük. İçeride cam topuklu ayakkabıları veya değerli takılarla süslü gerdanları olanlar göze çarpıyordu. Bizim üstümüzde temiz olduğunu iddia edemeyeceğimiz bir tişört ve eşofman vardı, ama neyseki kabul edildik. Yan masada saygı uyandıran yaşlı ve iri bir Amerikalı, karşısında da yıllar önce güzel bir sanatı, mesela tiyatroyu, paylaştıklarını düşündüğümüz bir kadın vardı. Eski günlerden söz edip nazik bir üslupla sohbet ettiler. Biz de duvardaki karikatürlerin ait olduğu ünlüleri tahmin etmekle meşgul olduk. Tarihi çok eski olmasa da masa örtülerinin, çatal bıçak ve tabakların hırpalanmış olsa da o döneme ait olması, hızla yenilenmemesi hoşumuza gitti. Bu yaklaşımla hemen hemen eskiye ait olduğunu tahmin ettiğimiz her mekânda karşılaştık.
Empire States’den canlı haritayı seyretmek
Empire State Binası’nın kulesinden ki kapalı ve bir avuç kadar, akşamüstünün değişen renklerini seyrediyoruz. Önce ışıklar gri zeminde geride kalıyor, karanlık keskinleşince ışıklar parıltılı gece elbisesi gibi şehrin üzerinde buluşuyor. Filiz işte şimdi neredeyiz daha iyi görüyorum diyor, adanın sınırları, Brooklyn, Queens ve Bronx haritadaki köşelerine oturuveriyor. Bizim gibi fotoğraf çeken bir veya iki kişi var rehber dışında. Diğer yüksek binalardan da patlayan flaşlar bir başkasının çektiği karelere girdiğimizi salık veriyor. Gece dünyanın her köşesindeki gibi omuzlarımıza yumuşak bir battaniye örtüyor ve sözlerin dışarıda aktığı günden sözlerin içeride aktığı geceye geçiyor. Mutluyuz öyle değil mi? Evet öyle, ne güzel.
Biraz da Alışveriş
Ismarlanan türlü eşya var. B&H bize fotoğraf ve kamera dünyasının karartıcı perdelerinden, spot ışıklarına, türlü kamera ve fotoğraf makinası aksesuarından, bilgisayarlara uzanan seçenekler sunuyor. Yıldıray’ın malzemelerini alırken bu dev şehri içine sığdıramayan makinam için geniş açı bir lens bakıyorum ben de, takıp bir kaç foto çekmeme izin veriyor sevimli uzak doğulu satış görevlisi. Geniş açı harika, ama elbette başka sefere. Filiz’le el çizimini dijitale çeviren bir malzemeyi, birçok yere sormamız ardından burada buluyoruz.
Bize gözlükçüleri dolaştıran diğer sipariş turuncu bir Rayban. Evet, 7 veya 8inci dükkândan sonra onu da bulup sipariş listesini tamamlıyoruz. Minik hediyeler de tamam. Özellikle Aslı’nın el emeği evlilik hediyesini yıllarca yatak odasının bir köşesinde minik takılarını saklayacak kalıcı birşey oldu diye düşünüyorum.
Manhattan’ın iyi tanrısı: Ingebor Bahman
Beşinci Cadde (5th Avenue), Ingebor Bahman’ın “Manhattan’ın İyi Tanrısı” oyunundan bazı replikleri aklıma getiriyor. Oyunun hazırlıklarında ne kadar acı çektiğimi, kendimi sahneye yerleştiremediğimi, ellerimin beni eleverdiğini hatırlıyorum. “Boğucu şu sıcak” diye başlayan ilk repliği söyleme görevi o sahnede İyi Tanrı’yı oynayan benim için ölesiye zordu, üstelik şu ve sıcak kelimelerini arka arkaya söylemek bile o heyecanla olacak gibi değildi. Beşinci Cadde daha doğrusu bulvarı, Manhattan adasını neredeyse baştan başa geçtiği için Broadway gibi her köşede karşımıza çıkıyor. Oyunun orijinalini burada satın alayım diye fiyakalı bir fikir geliyor aklıma ama vazgeçiyorum.
İstanbul’un Cihangir’i Soho’da; Broadway ve Spring’in köşesine düşen minik eski bir restorandayız. Adı Faritelli. Öyle beğeniyoruz ki ikinci kez oradayız. Ziyaretçileri eski kılıkları ve eski kiloları içinde yaşlanmış neşeli ve biraz da beatnic kültüründen gelme sevimli insanlar. Yan masada bir hayli derin ve hüzünlü anılarını paylaşan bizleri “Lübnan’dan iki arkadaş öyle değil mi?” diye tanımlıyor biri. Eşinin Lübnan’lı olduğunu ve demek ki Türkçe’yle benzer olduğunu söylüyor. Türkçe’nin k ve g lere rağmen oldukça sevimli ve sıcak bir çağrışım yaptığını birkaç kişi ifade ediyor, çoğunlukla Avrupa’da rastlanmayan bir tanım bu.
Yanımızda iki adam ülkenin ekonomik sosyal durumuna dair CNN tarzı değerlendirmeler yapıyorlar, devamlı birbirlerini onaylıyorlar. South Park sınıfından mimiksiz espirilerinin hoşluğundan eminler. Daha çok kendilerini beğendiklerini ve ne kadar akıllı olduklarını birbirlerine onaylatıyor gibiler.
Üşümek ne kelime!
Restorandan çıktığımızda bizi keskin delici ve deli bir rüzgâr karşılıyor. ODTÜ’de bir akşamüstü durakta karşılaştığım ve onca kar kampı tecrübeme rağmen bendeki tek soğuk anısı olan bu an’ı daha sert şekilde ikinci kez bu şehirde yaşıyorum. Kaslarımı, dişimi sıkıp ikibüklüm olduğum halde rüzgâr metal levhayla bizi parçalarımıza ayırıyor. Taksi için kaldırdığımız elimiz, kristalleşip, tuz buz olup düşüyor önümüze. Biz sarınmış dolaşırken “Aman Tanrım” dediğimiz ince çoraplı veya çorapsız kızlar da bu dakikalarda ortadan kaybolmuşlar. Dayanamıyoruz, metro merdivenlerine bu canavarla son birkez güreşmek için geri çekiliyoruz. Amerikalının subway dediği metrolar sıcak, tüten sokakların sebebi de bu olsa gerek.
Turist miyiz?
Tehlikeli yaşlardayız, serbest bir geziyi bile, yapmalısın kaçırmamalısın ters köşesine yatıracak öğütlerin artık dışarıdan değil içeriden geldiği bir dönem. Bundan uzak durmaya çalışıyoruz, şunu mutlaka gör diyenleri dinlemeyiveriyoruz, daha barışçı ve turistik olmayan seslere cevap vermeye çalışıyoruz; sıcak bir içecekle bir sokağı uzunca seyretmek gibi, gece uyanınca uyumaya çalışmamak gibi, sonucu ne olursa olsun. Hatta bazen uzatsana diyorum kendime böyle anları, uzat ne getireceği belli mi olur, ne kadar plansız ve yersiz şey yaparsan o kadar iyi.
Bazen yaşanan bir ana gelecekten baktığında tadına varırız. Evet, ne iyi oradaydık ve şöyle şöyleydi deriz, o anın içinden geçerken belki farketmediğimiz bir memnuniyetle. Bana çok olur. Bu sebeple şimdiyi yaşa, geçmiş geçmişte kalmalı, önüne bak gibi sözlere kulak asmam, hangisinde olduğumdan hiç emin olamadığım için belki. An içinde anlar da söz konusu olur ki ipin ucu bir acayip kaçar. Neyseki öyle olur. Geçmişimdeki böyle anları birilerinin hoşuna gitmemiş olsa da bugün tekrar onaylıyorum.
New York : Yazıların içinden geçen müzikler
Patti Smith’in hayatını okuyup arkada çalan müziği arıyorum bir yandan. Her yazının arkasında bir müzik vardır ya. Bende çalan Rush şimdi, ince sesli vokal, güçlü melodi ve değişken aksak ritmleriyle. Smith de işaret ediyor yazarken içinden geçen müziklerin sahiplerini; Bob Dylan, Jimi Hendrix, Janis Joplin bazen. Sonra kendi ürettiklerine dönüyor. Kitabın son sayfalarını son günümüzde kapatmış olmasaydım, zor bulunacağından emin olduğum “Horses” albümünü arardım ayrılmadan. Neyse Ankara’da bakacağım artık.
Pattinin hikâyeleri, eşleştirmek gibi olmasın hâşâ, bana okul döneminden bazı kareler anımsatıyor. Ali’nin Bahçelievler’deki evinde deneysel tiyatro adıyla adımladığımız adımı “ken” yapan, eski kostüm çöplüğü içindeki kelime arayışlarımız, yeni yepyeni birşey yapacağız diye sabahladığımız anları. Lisede film seyredeceğiz diye katıldığım ürkütücü siyasi taraftar avcıları toplantılarını. Rock çalacağız, söyleyeceğiz diye zamanın müzik aletlerini dahi ısıtmaya yetmediği Ankara’nın Yenimahalle’deki tek stüdyosunu. Aslı’yla, Yeşim’le sokakta sabahladığımız geceleri. Herkesinki kadar işte.
Nublu
İlhan Erşahin’in Nublu adlı caz barına gidiyoruz bir gece. Duvarlarda çarpıcı çizimler, Orhan Gencebay’ın fiyakalı bir resmi, renkli çizgilerle tasvir edilmiş insan boyunda bir zenci yüzü, elektirikle aydınlatılmış yine çizgilerden teşkil bir kadın figürü mavi ve beyaz, tuvaletler merdiven duvarları haşin insan ve eşya resimlerinin kolâjlarıyla kaplanmış.
Tavandan sarkan yuvarlak japon fenerleri renkli ve çeşitli boyutlarda. 11.00 gibi geldiğimizden Filiz’le geniş oturacak bir deri kanepe buluyoruz. İçecekleri alırken barmen kızımız bahşişi unutmayın diyor. Burada ne kadar bahşiş verileceğini -taksi de dâhil- thanks (teşekkürler) diye fişe yazıyorlar ve bahşişi öyle istediğin miktardan biçmek mümkün değil, 20 cent eksik verdin diye üsteliyorlar. Afedersiniz deyip uzatıyorsun.
Mekâna gelenler belli ki tanıdık, sürekli selamlaşıp her yeni girenle öpüşüyorlar. Hadi diyoruz 12.00 gibi çıksalar tamam, ama 01.00 de grup sahnede toplanmaya başlıyorlar, enerjimiz kaldı desek bile, o saate kadar çalan müzik tek kelimeyle kafamızı ütülüyor. Yakıştıramıyoruz caz dinleyeceğimizi hayal ettiğimiz yerde dinlediğimizi. Grup çok keyifli, sahnenin dibinde durduğumuz için piyanosunu yerleştirenle selamlaşıyoruz, çalarken de herşey yolunda mı diye göz gezdiriyor, evet sağ olun diyoruz sözleri kullanmadan. Çok iyi bir giriş yapıyorlar. Hah işte müzik. Kulaklarımız tekrar yıkanıyor, ama bedenimiz hadi zırvalamayın gidin yatın diyor. Kalkıyoruz tabi.
Taksilerin havası İstanbul minibüslerinden farklı değil. Camla ayrılmış arka koltuklarda sürücünün kimlik beyanı gibi resmi belgelerin çerçeveleri yanında, gazete dergi kolonya mendil serisini anımsatan yolculuğu kolaylaştırıcı araçlar var. Reklamların sayısız kez tekrarlandığı yol bilgisi veren bir ekran, kredi kartını kullanmana ve taksimetreyi okumana olanak veren aletler vs. Daha teknik ama minübüs temasıyla aynı. Filiz’in fikrini alacak fırsatı bulamıyorum.
Dostları Ziyaret
Terence ve Chen, dünya tatlısı bir çift. Minicik çekik gözlü bir kızları var. Sıcacık bir sohbet ve şahane yemekler bizi bir araya getiriyor. Benim arkadaşım Terence olmasına rağmen karısının bizimle güzel sohbetini bozmamak için kalkıp sofrayı toplaması, tatlı ve meyveleri hazırlaması dikkatimizi çekiyor. Kadına ama aslında insana saygılı erkekler de var diyor Filiz. Sohbetimiz inançlarımız ve inançlarımızın bizi nasıl insanlar yaptığına geliyor. Masada farklı yollar seçilmiş olsa da bizi birbirimize benzeten pekçok unsuru inandıklarımızdan aldığımıza şahit oluyoruz. Hep yakın dostmuşuz gibi birbirimizden ayrılamıyoruz. Öyle keyifli bir gece geçiriyoruz ki, eve yürüyerek dönmek bile geçiyor aklımızdan. Ama Harlem’e yakınız diye tedbirli davranıyoruz bu kez.
İki haftaya yakın bu kısa zamanın bir kısmını benim merkezdeki işlerim de dolduruyor. Son günü eve dönüş için sabırsızlanarak geçiriyoruz. Dönüş gidişten daha heyecan veriyor. Haberlerde ülkelerini ve evlerini terk etmek zorunda bırakılan ve sınırlarda sefil olan Libyalıları izledikçe dönecek bir yurdumuz ve adresimiz olduğu için seviniyoruz.