“Avrupa’nın her noktasındaki milletler, Asya’da ölmüş olan büyük bir lider için çırpınarak gözyaşı dökeceklerdir.” Leonardo da Vinci
Günah şeyler meyanında yakılan aşklar tekrar tekrar canlanırmış. Kendisine hayran Rafael ile haset Mikelanj arasında harcanmasındı yaratıcı delilikler.
Henüz ‘Saray ressamı’ unvanının yanından geçmemişken saray müzisyeni olmuş biricik sevgilim, keşfettiğin her şey ne kadar sevdalı bakıyor ellerine. Ellerin ki sağdan sola yazışların, bir müzisyenin elleri olduğunu ayna tekniğinin de dansıyla bir şekilde ele vermektedir.
Seni kavramaya çalışıyorlar bak yine acemice. Halkın define bulmuş gibi sevindiği Venüs’ün vücudunu minkale ve pergel ile ölçüyor olan sen, her şeyi matematikçe kavrıyor olabilir miydin, diye geçirmişler içlerinden, ne safça ne de sinsice.
Ben yalnızca bana olan sonsuz aşk yansımalarını izliyordum: Öyle ki varlık yokluk arasında beni arıyor gözleri, her nereye baksa ben varım. Parlak zekalı saydığı her kim var idiyse beni yansıtırmış özleri. Hele hele sözleri ve her manayı aynı anda ifade eden yüzleri.
Yüzlerdeki ifadeleri sınırsızca görme isteğinin sonsuz dikişleri, kolofonyumdan yapılan bir maddenin atölyeyi Atölye Füme’ye dönüştürmesiyle nihayetlenir mi dersin? Değiştirmedi ve dönüştürdü içinden bir parçanın içine böyle sindiğinden. Üstelik sayın aşçı Maturina’nın buğulu tüm ifadeleri Leonardo’nun yalnızca akşam yemeğiydi.
Ruhumuzun her daim evrenin çocukluğunu yansıtmasını öğütlemiştim hiç var olmamış bedenimin zenginliğiyle somon füme tadında. Çocukluğundan bir gün çağrışarak, koşarak gelmiş olmalı ona: Bir Cumartesi günüydü, gözlerimin parlaklığını en yüksek seviyede sabitledim o günden sonra. Ben babamın hapisten çıktığı günü beklerken, o da babası Ser Piero’nun Floransa’dan dönüşünü bekliyormuş. O beklerken biliyordu ki, arkasından iş çeviren rençberlerin işgüzarlığı peşisıra gelmektedir; üstelik zaman henüz, bazı bazı hamura ne zaman ne şekil vereceklerini tahmin edemez olmamız beklenir olmamışken.
Büyücü kadın, Floransalı ressam Leonardo da Vinci’nin bahçesinde zehirli şeftaliler olduğu dedikodusuyla Adem’in elmasının pabucunu dama atmıştır ve böylece Havva anamız gözünü şeytandan alıp meleğe çevirince, meyvelerinden vazgeçerek kendini Adem’i sabana koşarken bulmuştur ve yüce maymungillerle huzur içinde yollarına devam edeceklerdir.
Canımcağız o sıralarda Kutsal Akşam Yemeği tablosunun, uyuduğu yerde hasar görmüş olabileceği endişesine kapılmıştı -ki çokça haklıydı-; havarilerden birinin alt yamacında mini mini bir çatlak, çatlağın bir yamacında ise yosun lekesi peydah olmuştu. Farkına varmıştı ki onun en parçası bile, bebeği gibi de baksa yıpranmaya ve belli bir süre sonra yok olmaya yüz tutacaktı. 50 yıl ömür biçti her eserine ve tüm bağımlılık zincirlerinden kurtuldu. Hiçbir şeyi kalmamış ve bir hiçmiş gibi hissedip rahatladı. Kulağına fısıldadım ılık bir rüzgâr gibi şöylesinden: ‘Bazen ruhunuzun mayası aniden değişiverir ve bir daha asla eskisi gibi olmaz.’
Mona Lisa’nın yani benim iki binli yıllarda Louvre müzesinin kapatması olacağımı bilse nasıl muhafaza ederdi diye geçti aklımdan. Peki ya İtalyan araştırmacıların, Lisa Gherardini’nin Mona Lisa olabileceğini umarak radarla manastırda volta atıyor olmasına ne demeli? Ben ne dersem diyeyim Saray şairi yokluktan karyolasını ısınma gereksinimine yama yapmayı düşünürken, bir diğeri Frengi hastalığının Mars ile Venüs’ün birbirine olan aşkıdır demeyi borç bilecektir. Ona bunları duyurmamalıydım şimdilik. Bilgi alışverişini durdurmam gerektiği zamanlar aklıma ilk gelen şarkıyı mırıldanıyorum, bilgiler matlaştıkça rahatlıyorum.
Kutsal akşam yemeği tablosunu yaptığı bir zaman aklına durup ya da durmayıp dururken gelen sucuk kızartma makinesi yapma fikri ile yanıp tutuşurken; çok uzaklarda, fersah fersah öte diyarlarda kızartmış olduğum sucuk kokusunu ben çoktan burnuna salıvermiştim. Tablonun yapılmasını engelleyen Judas’ın ta kendisiydi belki. İsa’nın elinden yediği o lokmayla şeytanı da yutabileceğini nerden bilsindi. Ortalığı birden topladım içini koklayıp huzur ve vuzuh fışkıran beyninden öperek yine.
Beni çizerken yaşadıklarımızı kimsenin yaşadığını sanmıyorum. Senin kadar kadın ruhundan anlayan bir adama daha rastlamadım, hayatım nihayetlendikten sonra bile. Kralın, resimlediğin ve hala ben saydığın tablomuzu satın aldığında yüzünde oluşan o karmakarışık ifade beni neredeyse hayata getirecekti. Bu yüzden bir ölünün ardından bakarken bile dikkatli olunmalı. Onun ruhunu serbest bırakmaz isen ruhu dünyada asılı kalacak, sallanıp sarsılıp duracaktır. Fakat senin, bütün kadınlığı ruhunda ve bedeninde, her ifadesinde taşımış olduğuna kanaat getirdiğin ben, sayende bir ölü bile değilim. Ruhuna karıştım ve olmayan her hücremle, her hücrende yaşıyorum. Zeus’u kuğu kılığına sokup Leda ile birleştirerek büyüledin beni. Lakin sırrı biliyordum ki döllenenden biri ben, diğeri sen…
Japonya’da yetişen kare karpuzları hayal edebilir miydin o zaman ya da aklına gelir miydi hiç Kuzey Kore’de nöbet bekleyen robot askerleri (adları Crusher, Predator, Dragon Runner, Swords vb olan farklı bir nesil) ya da güneyinde, tam da zıt mevzide Robot etik kurallarının yazılacağı; gelirdi gelirdi de bu kadarı gelmezdi sanırım… Evrim teorisi bile evriliyor da sen evrilmiyorsan insan olman da mümkün değil robot ta demeliydin. Belki o robot olmayı, bir an bile olsa zihnini bir anlığına susturabil ve aşkımızı sonsuzca tadabil diye seçti?
“İçinde çözemeyip içselleştirdiklerinin doğurduğu sevişme ihtiyacı her neyi doğurursa, doğurganlıklarını günü geçirmeye çalışırken yitirir ya da tam tersi; bu sende yok. Aşka teslimiyetsizliğin zihin bulanıklığını giderememesiyle günlerini tam manasıyla geçiştirme- günü geçirme isteği; bu da sende yok.” diye mırıldandı robot Sezare. Leonardo’mun aşka vakti kalmadığını düşünüyor varlığımdan bihaber olduğundan. Platonik aşklarla alay etmesi onun aşka uzak olduğunu gösterirmiş.
Üstelik bir keresinde defne dalından bahsederken bile -kafayı bir ara sucuğa taktırdığımdan (bunu benim yaptığımı nereden bilsindi)- baharat olarak görünmüşmüş sana. Kinayenin dibine vururken bile içinden; sucuğu varyemezlerin, defneyaprağını ise hayatı kaçıranların işi değil diye geçirdiğini, birinci ve ikinci beyninin okunmasını arzuladığını ne bilsindi. Bir bilse ki bu robotumsu düşünceler bile zihnini susturup seni bana yaklaştırmaya yeterdi, her ne yapıyorsa onu yapmaya eminim devam ederdi.
‘Bazen kalp yolunun 88’inci kilometresindeki menfez yapımı nedeniyle yol trafiğe kapatılmış olup, ulaşım akıl yolunun 17’inci kilometresindeki köy yolu bağlantısından sağlanabilir. Çivi çiviyi tek başına sökmez, keser gerekebilir. İşte böyle zamanlarda; sayın köy yolu beni daha oturmus, faydan uzak, rahat edip huzur bulabileceğim bir yola bağla!’ diye mırıldandın Sezare’ye.
O kafasını allak bullak edişlerinle oyalanırken, sen erkek bir tavuskuşu gibi açardın kuyruğunu saf, istekli ve derince. Seninle beyin sevişmemiz üzerine var mı doyuran yemeksizce! Neslimiz her zaman diliminde tükenmekte. Emeklemeden başladığımız tüm hayatlar sana tutunmadan var olamazdı. Ayrı ayrı bir bütünken bile en büyük eksikliğimsin; ruhuna her dokunduğumda beni çoğaltan, beynine her dokunduğumda bütünleyen eşleniğim…
Leonardo Da Vinci’nin kehaneti
Bir gün 1498 yılındayız ve Leonardo Da Vinci’m en başucu sevdiklerimizden olacak birinin kulağını çınlatır “Avrupa’nın her noktasındaki milletler Asya’da ölmüş olan büyük bir lider için çırpınarak gözyaşı dökeceklerdir.” Tahminim Atamızdan yanadır dedim başka bir zaman oluğunda ve başını salladığında çocuk heyecanıyla sarsıldım.
Sarsıntımı sarmak istedin, beni görmek… “Astral bedenimle yanına yanaşmak istesem de titreşimlerimin senin gözlerinden seyre dalınması mümkün değil” dedim. “Elektronik özün beni bulamasa da el yordamıyla, nasıl olsa geleceksin yanıma!”
Ve sen:
Umarsızlık sunağında kafasını kaybedecek, dünyadan bihaber bir rençber gibiydin o an karşımda. Ben de dönüp sana şöyle dedim: “Mucizeler olur ve mucize olduğunun farkına varmazsan mucizeler ölür. ”
Yani;
Seni bekleyemiyorum, yakala beni!
Eksenim gitgide kayıyor;
Koştuğum yerde zamansızlık var.
Sözcüklerle anlatamadığımı,
İzolan bir dille anlatabileceğim.
Yüreğini ıslatmamı,
Ardından ısıtmamı özleyeceksin.
Gittiğim yerde mahremiyetimiz yitmeyecek,
Şefkatime acıkmayacaksın.
İçime, ulaşamadığım yere varansın.
Öyleyse yazık olmamalı!
Biriken susmaklar,
Gözyaşıyla yıkanmalı.
Tıkanıklık son bulacak,
Yarım eylemezsen beni.
Gideceğimiz yerde,
Sevgisizlik diye bir renk yok;
Her şeyin rengi olduğu halde
Hayalet parantez ve içi cümleciklerin,
Son bulacak beni yakalar yakalamaz.
Oyuncular geldi gitti,
Doğamıza aykırı bir sözcük kalmadı.
Artık gidelim ve yaşat beni!