Yarım kalmış olan için evren küçüktür

Uyandık ki ellerimiz büyüyordu, gözlerimiz gittikçe küçülüyordu. Ev halkı yanmıştı; fakir olan yanmış, orta halliler şekil değiştirmiş, zenginler ise gezegeni iyice zombi geçen hanına çevirmişlerdi. Biz sıra dışı aşklar yaşayarak yükselmiştik. Ellerimiz ya da gözlerimiz umurumuzda değildi. İnanılmaz beyin sevişmeleri, ruh doygunlukları…

at olan salvador dali resim olan sanat isa hac olan

Evin geriye kalanının fakir denebilecek denli ruhsuz kısmının içi yanmıştı, birbirlerine hep ayakbağı olup yaşamı zor kılmışlardı. Yaşamlarını kolaylaştıracak dünyaca şeyi günahımsı sebeplerden hayatlarına sokmadılar; geriye dönüş yoktu. Orta halliler ne buluyorsa onu almıştı kendine, misafirdi onlar; umduklarını yemediler hiç-hep bulduklarını- . Ruhlarını doyurmak için talep ettikleri hiçbir yücelme yoktu. Köstek de olmadılar birbirlerine, destek de. Zenginler ise olur olmaz şeyler talep ettiklerinden, ne istedilerse aldılar. Bu ise doyumsuzluğa ve iç düzenlerinin yitimine sebepti. Özün dipleri dağılınca, tüm dışlar da yitti. Ve bu şaşkınca kıyam dönemine bir ara ‘Kıyamet’ dediler.

Yeni doğmuşların arasında sınıf farkı yoktu. Hepsi pırıl pırıl parlıyordu özsuyuna dek. Altın bir özsuyu akmaya başladı musluklardan; ruhu arındırıp tekliğin dibine vurduran. Lakin bazen renk farkı olduğu olurdu. Zaman Pablo Picasso’nun Mavi Dönem’ine denk geldiğinde sirk cambazı bir mavi, Gogen’in kırmızısına bulaştığında aşık bir serseri ve Pablo Picasso’nun geldiği yerin PembeDönemi’ne çaldığında köşeleri olan, huzurlu, yalın ve işveli.


Evimiz çok kalın ve sağlam bir camdan yapılmıştı. Dışarıda olup bitenleri izleyebiliyorduk, onlar bizi fiziksel olarak göremiyorlardı. İsteseler görürlerdi elbet duru görüleri ile ama zaten bizim ne yapıp ettiğimiz, onları ne ilgilendirirdi ne de buna vakit harcayamayacak kadar farklı renkte bir yaşamları vardı. Yeniliklerden ürkerdik, kendi içimizde olmasa da dışarıya karşı tutucu idik.

Dışarda eski zamanlardan beri var olan ve her dönemde yaşayıp aşka ışık tutan Androginos ve onun gibi şahsına münhasırlar yaşıyordu. Androginos dört kol-bacak ve iki başlı olup, tüm zamanlarda var olmuş insanların en güzeliydi. Hem dişi hem de erkek olarak her bakımdan kendine yetebilen bir insan olup, hiçbir duası menfi olmadığından kıymetli idi. Diğerlerinin onu kıskanmasının yarattığı kaos, bir yıldırımla ortadan ikiye bölünerek dişi ve erkeğin ayrılmasına ve aşka olan hasretin tüm karmaşık duyguları beraberinde getirmesine sebep oldu.

Yarımtık’ımız vardı mesela yeri yurdu belli olmayan, şeytanî olduğu düşünülen. Tek bacağı, tek kolu, tek boynuzu, tek gözü olan “Tek dişi kalmış bir canavar” idi söz konusu olan. Aklı terse çalıştığından, nadiren dışarı çıkışlarımızda tüm kıyafetlerimizi ters giyerdik. Bizi kendinden sayar, yaklaşmazdı.

Maliot altı yaşlarında kimsesiz bir farkındalıktı. Bilinmeyene doğru yol alırdı. Mohini’nin yanında yaşlanıp tüm tecrübelerinden faydalanmak istedi. Fakat kendinden utanıyordu ve buna bir çare bulamıyordu.

‘Utancımı saklar mısın dedi’ minik Maliot sihirbaz Mohini’ye. İfritler’in bir zamanlar büyüsüne kapıldığı güzel kadın; çirkin bir sihirbaza dönüşmüştü. “Utancını saklarsam, gün gelir Arsızlık Tanrısı’na esir olursun ve yüce boyutlara yükselişinin gölgelendiğini, boşlukta savrulduğunu göremeyecek kadar kapanır şuurun; su boyunu aştığında nasıl kurtulacağını hatırlamaz, boğulursun”.


Bir yandan Vritra suları bir dağda dondurup hapsetmişti. Susuz yaşadık İndra’nın bol miktarda Soma içkisi içip Vritra’yı öldürdüğü güne dek. Yer gök kımıldadı hafif hafif ve titredi aşkın habercisi gibi. Neden sonra bir aşk kokusu salındı ortalığa. Bekleyip görmeli mi yoksa korkak aşıklar gibi çekip gitmeli mi?

Vritra’nın suları saklı tuttuğu gibi saklı tutarsan sevgini, Indra içindeki kötu ruh ve şeytanlarla savaşır. Ruhumuzdan çaldığı her şey serbest kalır ve tüm serbest kalanlar huzur bulacağı sığınaklar arar. Muamma şudur ki; hiçbir serbest kalan eski sığınağını UNUTMAZ, sadece YOK SAYAR.

Peri kızı Urvaşi aniden ne olduğunu anlayamadığı bir hastalıkla İda’nın oğlu Pururavas’a tutuldu. Hemen evlenme kararı aldılar. Fakat Urvaşi’nin iki şartı vardı: Pururavas Urvaşi’ye çıplak görünmemeliydi ve ölene dek yalnızca arıtılmış tereyağı yemeliydi. Pururavas şartları kabul etti ve evlendiler. Altmış bir yıl sonra bizim evden birkaç densiz onu oyuna getirmek istediler ve Pururavas’ın hem keçilerini kaçırdılar hem de çaktırmadan soyup soğana çevirdiler ve her nasılsa bunun farkında olmadan peşlerinden koşarken Urvaşi’nin çıplak gözleriyle çırılçıplak görünüverdi; Peri kızı aniden rüzgar gibi hareket etmeye başladı. Çıplaklık kuralı bozulunca Urvaşi ulaşılmaz oldu. Pururavas karısı olmadan yıllarca perişan oldu. Urvaşi onca zaman sonra merhametle yılda bir kez, yılın son gecesi onu görebileceğini ve Gandharvalardan biri olması şartıyla da birlikte olabileceklerini söyledi ona. Onlardan biri olması için ateşe kurban vermesi gerekiyordu. Cennetten kovularak buralara gelmiş olan Peri kızı insan olmaktan sıkıldığı için başvurmuş olabilir miydi bu oyuna?

‘Hiçbir gözyaşım ümitsizlikten değil’ dedi, İda’nın oğlu.
Tüm Palamedes’lerin bir zaman oluğunda tuzağına düşürdüğüyüm;
Odisseas’un tarlasına ektiği tuzların hesabını veriyorum hep.
Tarihin tekerrürü budur işte demeliydim, demeyeceğim.

Aşk ki yanındayken bitmez sondu, uzaktayken sonsuzca sonsuz kere yakar içindeki odu. Ateş tanrısı Agni’nin gönlü İda’nın oğlunun daha fazla üzülmesine el vermedi ve müdahil olmaya karar verdi; zaman aşka ilaç değildir ve gerçek aşk tüm zamanlarda bir keredir, biriciktir. İki çubuğun birbirine sürtülmesi, suda parlaklık ya da gökte güneş olarak yansıyan Agni, ateşin sırrını ve kurbanın ipucunu kulağına fısıldadı ve ikisini sonsuzlukta birleştirdi.


“Ne de olsa yarım kalmış şeyler için Evren küçüktür.” dedim evdekilere. “Bir gün herkes anlayacak ki ev halkı ve dışarıdakiler de ben’im, sen ve ben de sen’im.” dedim karıma ve gözlerimiz küçülerek yokolduğundan büyüyen ellerimizle doyasıya birbirimize dokunduk ve yine yeniden sonsuzca aşık olduk.