“Bayrak Şairi” Arif Nihat Asya’nın, aynı zamanda bir naat ve rubai şairi olduğunu kaçımız biliriz acaba? Oysa Türk edebiyatında rubai türü önemlidir. Biz, Hayyam Rubailerini de çok severiz, okuruz da. Değişik yayınevlerince hâlâ basılıyor bu rubailer.
Arif Nihat Asya’nın rubailerini ilk kez Hürriyet Gazetesi’nin ses kasetlerinden oluşan şiir antolojisinde dinlemiştim. Devlet Tiyatrolarımızın seçkin sanatçılarından biri okuyordu. Fon müziği ile çok uyumlu bir sesti. Çok beğenmiştim. Ötüken Yayınevinden çıkmış, iki cilt ve tamamı 1788 rubaiden oluşan Rubaiyatı Arif’i tekrar okumak ise, Yavuz Bülent Bakiler’ in “Arif Nihat Asya İhtişamı” kitabını okuduktan sonra nasip oldu.
Arif Nihat Asya, 7 Şubat 1904 Çatalca/ İnceğizde doğmuş. Ölümü ise, Mevlevilerin deyimiyle, Hakka Yürümesi çok sevdiği Adana’nın kurtuluş günü olan bir 5 Ocak… 5 Ocak 1975 Ankara… Şimdi Ankara’da yatıyor. Oysa mensubu olduğu Mevleviliğin piri Hazreti Mevlana’nın şehrinde Konya’ya defin edilmeyi sağlığında çok arzuladığını Yavuz Bülent Bakilerle olan sohbetlerinden ve şiirinden öğreniyoruz.
Arif Nihat Asya, çok zor bir başlangıç yapmış bu dünya hayatına. Hatıralarının en dipte kalanlarından hatırladıklarını şöyle anlatıyor:
“İnceğizdeki evimizin dört büyük odası vardı. Odaların zemini topraktı. Bir odada dedemle babaannem kalıyordu. Bir odada kızları: Gülfem, Asiye, Nuriye, Şadiye halalarım. Bir odada annemle ben kalıyordum. Bir oda da gelen olursa misafirler içindi.
Bir odada annemle ben kalıyorduk, diyorum ama onun yüzünü çok net olarak hatırlayamıyorum. Hani karışık rüyalar görürüz ya, hani uyandıktan sonra gördüklerimizi tam olarak çıkaramayız ya, öyle işte. Annemi 1947 yılına kadar, hep sisler arasından bin bir türlü incelikler, güzellikler arasından seçmeye çalıştım. Ve nedendir bilmiyorum ne zaman burnuma taze ekmek kokuları gelse, ben hep annemi hatırladım. Ekmek kokusu ve annem! Bu neden böyle? Bilemiyorum…
Ben daha 7 günlükken babam ölmüş. Yetim kalmışım. 4 yaşıma girdiğim zaman annem yeni bir evlilik yapmış. Eşi, onu İstanbul’dan alıp Akka’ya (bugün bir İsrail şehri) götürmüş. Anneme hiç kırılmadım, kızmadım. Yeni kocasıyla Akka’ya gitmeden önce, beni de yanına almak istemiş. Ama dedem katiyen razı olmamış. O arada annemin bir çocuğu daha olmuş. İstanbul’dan ayrılmadan önce, dedeme çok yalvarıp yakarmış: Arif’imi bana verin diye çok gözyaşı dökmüş. Dedem şiddetle itiraz edince İnceğizden boynu bükük ayrılmış ve beni yanına alamadığı için o kadar çok üzülmüş ki süt düğümlenmesi olmuş. Gemide çocuğunu emzirememiş. O zamanın şartları malûm! Çocuk bakımsızlıktan ölmüş. Çocuğu ancak Mersin’de toprağa vermişler. Düşünebiliyor musun o annenin çilesini. Ben anneme nasıl kızabilirim?”
Hayatının başladığı yer olan İnceğiz bir rubaisinde şöyle dile getirecektir kendisini:
Gelmez bana kimse, yok kıyım, yok denizim
Yoktur tanınan tek çocuğumdan da izim.
Arif Nihat Asya, gel ki ben koynunda
Altmış sene önce doğduğun İnceğizim.
Arif Nihat, bir edebiyat öğretmeni. Ülkenin değişik yerlerinde ve Kıbrıs’ta görev ifa etmiş. DP iktidarında milletvekilliği de yapmış. Kıbrıs Rubaileri de Kıbrıs’taki öğretmenliğinin eseri. Bu arada ömrü boyunca verdiği eserlere bakarsak oldukça velut bir şair ve nesir ustasıyla karşı karşıya kalırız. Hali hazırda, Aramak ve Söyleyememek, Ayın Aynasında, Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor, Fatihler Ölmez ve Takvimler, Rubaiyatı Arif 1-2, Ses ve Toprak, Dualar ve Aminler, Kanatlarını Arayanlar, Kökler ve Dallar, Kubbeler, Top Sesleri, Sevgi Mektupları kitaplarının sahibidir kendisi…
Arif Nihat, Adana Erkek Lisesi’nde edebiyat öğretmeni
Esas konumuz olan rubailerine gelince… Kendisi de bir Mevlevi şeyhi olan şairin ( bu tarafı herkesçe bilinmez) rubailerinde bu tarafı çok bariz olarak kendini gösterir. Mevlevilikle ilgili birçok açık ve kapalı ifadeye rastlamamız, Hazreti Pir Mevlana yazılmış rubaileri görmemiz mümkündür…
Mevlana
Her kıtada rakkasesi var, mutribi var;
Her fırkadan, ardınca gelen mevkibi var…
İndinde yalancıdır, bu aşk ülkesinin,
Kim derse eğer, “maşrıkı var, mağribi var.”
Nısfıyye
Bir ney düşer elden, yine bir neyzen ölür;
Dünyayı unutmuş gibi keyfinden ölür…
Hür aşkını, hür ruhunu, hür göğsünden
Bir cezbede nısfıyye üflerken ölür…
Sema
Taatten, ibadetten eder cezbe, bizi…
Rindane rakıslar, götürür Rabbe bizi…
Pervane miyiz, şule miyiz, anlamadık:
Biz Kabeyi devretmedeyiz, Kabe bizi.
Rüzgar III
Rüzgar, uçup ademi havaya götür!
Mecnunu, kanatlarında Leyla’ya götür!
Lakin ya getir Kubbe-i Hadra’yı bana
Yahut beni al, Kubbe-i Hadra’ya götür.
Rubailerin konu olarak çok geniş yelpazede ele alındığını görüyoruz. Kültürümüzün, musikişinas, fatih devlet adamı, şehir, günlük hayat izlenimleri, gelip geçen ömür, ölüm…
Edebiyatımızda 17.yüzyılda Azmizade Haleti ile altın çağını yaşayan rubainin, Cumhuriyet devrinde Yahya Kemal Beyatlı ile birlikte en iyi temsilcilerinden biri hiç şüphesiz Arif Nihat Asya’dır.
Yazımın bundan sonrasında Rubaiyatı Arif 1-2 ‘den seçtiğim rubailerle baş başa bırakıyorum sizleri:
Ay
Baştanbaşa sahraları derya görür ay…
Dalmış, yine gökyüzünde rüya görür ay…
Ta fecre kadar seyrine doymaz gecenin;
Dünyamızı bir yepyeni dünya görür ay.
Rüyasızlar I
Boy boy delikanlılar, ilahi kızlar
Artık, o derin uykuda rüyasızlar…
Lakin, sana nispet ey felek, alemde
Yar oldu Keremsizlere Leylasızlar!
İçmek
İçtim o sudan… çevremi bomboş gördüm;
Yüz döndürüp “ayyaş” dediler, hoş gördüm…
Yıldızlara baktım, aya baktım; gökte
Yıldızlar mahmur, ayı sarhoş gördüm.
Haremlik
Asude sahanlığında mermerler uyur;
Neyler de susar… gökler uyur, yerler uyur.
Bir kuytu harem, ki serpilip koynunda
Gündüz sarışınlar, gece esferler uyur…
Mercanlar
Mermer kanasın, dal kanasın, gül kanasın…
Akşamların altın sisi tül tül kanasın…
Dal dal kırılıp çıtır çıtır mercanlar
Durgun suya son saksıdan eylül kanasın!
Renk
Dil ehli, dilince, seslenip “saki !” der…
Rüzgarların avazı “Hüvelbaki” der…
Artık, unutulmuş gibidir rengi, meyin…
Sordum: biri “mai”, biri “leylâk” der.
Kim
Günler, geceler meclisi bihuş edecek…
Hayyam dahi camı feramuş edecek…
Biçare ve bikes kalacak ortada mey;
Kim dolduracak sagarı, kim nuş edecek ?
Yolcu
Gökler, alacak kanat kanat ruhumuzu,
Teşyi edecek meskenimiz yolcumuzu…
Artık, bir eser kalmayacak varlıktan…
Yer, hazmedecek yavaş yavaş tortumuzu.
Işık
Dolmuş yine zambak; yine gül, lale ışık…
Havzun suyu billur… ay ışık, hale ışık…
Aydan yıkanan köpük köpük tenlerde
Gelmiş köpüğünden öpülür hale ışık.
Nesimi
Şirini ya Şeyhi, ya Nevai’ye verin!
Çöl lalesi Leyla’yı Fuzuli’ye verin!
Lakin kapanıp kabrine, dünyada bütün
Hilatları, üryan Nesimi’ye verin !
Gitmek
Bir taht-ı revan içinde Havva gidiyor
Tül perdeli bir mahfede Leyla gidiyor;
Rabbim, bu kadar uzak mıdır yar evi ki
Hilkatle çıkanlar yola, hala gidiyor?
“Üsküdar”
Yorgan diye örtünüp karanlık suları
Son uykuya daldı “Üsküdar” yolcuları!
Ay, vurduğu akşam, tepelerden denize
Ay mavisi düşlerle dolar uykuları!
Miraç III
Dünyamıza her gün yeni bir müjde getir!
“Yakut” de, “elmas” de, “zebercet” de; getir!
Mesut bir akşam bize yıldızlardan
Ey kutlu Muhammed, beşibiryerde getir!
Ergunerler
Neylerle atılmış bu soyun imzası…
(Ney) olsa gerek Erguner’in manası…
Bin yıl öteden duyarsınız, dinleyin ey
Altın eşiğin Şems ile Mevlana’sı
Neyzen Tevfik III
Bir kuştun: geçti her gecen bir dalda;
Şöhret de küçüklüktü seninçin, mal da…
Ömrünce – fakat – oydu hazinen: şimdi,
Ey yolcu, neyin Konya’da, sen Kartal’da!
Anne II
Mesut uyu, nur içinde yat, anneciğim…
Sensin yine üstümde kanat anneciğim…
Ardınca ne şahane göğüsler tanıdım;
Lâkin ne süt var, ne o tat anneciğim!
Mehtap
Bir dem ki teninden bize mehtap düşer;
Sazendesi, hanendesi bitap düşer;
Hayretle, kemanda yay, geçer kendinden…
Udinin elinden yere mızrap düşer.
Nefes
Bir yerde ki rüyalarım annemle dolar;
Çevrem – sanırım – ıtırla, çiğdemle dolar…
Tüy tüy nefesinden bilirim geldiğini…
Ruhum, yüreğim, odam o meltemle dolar!
Etek
Her sırrını bir başka çiçek yapmışsın…
Bir gövde değil, san ki, petek yapmışsın…
Dünyamıza sunduğun ateşten bedene,
Ey Tanrı, alevden bir etek yapmışsın!
Hala Sultan
“Rengim, dedi, yok sedefte, mercanda benim;
Heykel de, resim de, ses de, destan da benim!”
“Hoşsun, iyisin belki dedim, Afrodit’e,
Lakin yüce gönlüm, Hala Sultan’da benim !”
Yelpaze
Âlemde en asude günün dün geçti;
Kalp ağrıların silindi, hüznün geçti…
Dünyaya duyurmadan gelip gittiğini,
Yelpaze hafifliğiyle bir gün geçti.
Müzeyyen Senar II
Tambur, o sülün boyla ve ut, enle gelir;
Güften, girerek kol kola, bestenle gelir…
Yay telde, nefes neyde… Müzeyyen nerde?
Ey şarkı, senin tadın Müzeyyen’le gelir!