Yalnız Kin Zindanına Düşmeyin

Yaşamımız içinde farklı mekânlarda bulunabiliyor, pek çok insan tanıyor ve türlü sohbet ve paylaşımların paydaşı olabiliyoruz. Mutlu olduğumuz zamanların yanı sıra, sıkıntılı ve acı çektiğimiz durumlar da hayat yolunca bize azık olmaktan geri durmuyorlar. Şarkılar, şiirler, öyküler bu zamanların yoldaşları oluyor. Hani bazen o kadar yanıyor ki canımız; eski can acılarımızı özler oluyoruz.

yalnız

Bu hengâmeler içerisinde son zamanlarda çokça duyduğum ya da belki her dönem duymama rağmen, bu yakınlarda daha fazla dikkatimi çeken bazı veryansınlar var. Kırgınlıklar, elbette hepimizin hayatında; lakin kimi yüreklerin, kin zindanına düşerek uçurum kenarına geldiklerine şahit oluyorum. Uçurum kenarındaki bir yürek için, uçurumun bir seyir terası olmasını umarak birkaç parça çiçek sunmak istiyorum.

Yaratılan, muhtaç fıtratlı yaratılmıştır. Öyleyse ihtiyaç duyar bir şeylere. Yemeye, içmeye, uyumaya… Pek çok şeye… Bazen yalnızca konuşmak ister. Bulutlar biriktirip bir nefes yollar ötelere. Bulutların yağmur olup indiği diyarlarda bitecek çiçeklerdir umudu. Ve bir rüzgâr ile iade-i ziyaret yapıverir çiçekler, koku dilinde.


Sözler verilir. İşe, aşka, ekmeğe, suya, derse, çaya dair ve daha ne gelirse aklınıza… Ama bazen sözler, sözle anlatılmayacak yaralar açar yüreklerde. Çünkü tutulmaz!

Bazen öyle durumlar olur ki; bir insana yol tarif etmekten öte, sırtınıza alır götürürsünüz gitmek istediği yere. Teşekkür beklersiniz. Oysa öyle olmaz. Sırtınızdan iner, omurilik kemiğinizin yol boyu rahatsız ettiğinden dert yanar ve somurtarak gider. Bakarsınız ardından. Elinizi atsanız sol tarafınıza, eliniz kan olur yüreğinize batan bıçaktan.

Bazen de en derinlerinizi açarsınız. Anahtarı yalnız sizde olan odanıza misafir eder ve tozundan hapşurduğu masaların, sandalyelerin hikayelerini anlatırsınız. Sonra masa ve sandalyelerin hikayelerini, hapşurmanın etkisiyle unutan misafiriniz, gider komşusuna odanızın her yerini toz kapladığını anlatır, tozsuz ve ihtişamlı masalarına meze eder, tozlu masalarınızın hikayelerini.

Hasılı; insan gider, gelir, taşır, götürür, vazgeçer, bırakır… Lakin beklediği gibi olmaz kimi zaman sonuçları. Şimdi ne yapmalı?

Sevmekten vazgeçmek mi lazım? Herkes mi aynı? Güvenecek kimse yok mu? Sevgi bitti mi? Vefa gerçekten yalnızca semt adı mı?

Ben bu kadar karamsar değilim. İnanın çok fazla canım yandı benim de. Fakat her can acısı, daha bir ferahlattı. Bilirsiniz, sırt ağrıları için uygulanan geleneksel bir yöntem vardır. İnce belli çay bardaklarını ısıtıp, sırta yapıştırırlar. Çeker, yakar teninizi biraz fakat şifası yadsınamaz. Öyle ki, günümüzde teknolojik haliyle tedavi merkezlerinde kullanılıyor. Ve işte şu yukarıda konuştuğumuz can acıları da böyle nihayeti… Şifası yadsınamaz.

Bakınız Yüce Yaratan ne buyuruyor: “İnsan görmedi mi ki, biz kendini bir nutfeden (damladan) yarattık da, şimdi açıkça bir düşman kesildi.” (Yasin Suresi)


Yaratan’a düşman kesilebilecek bir yapı ihtiva edenin, size vefasızlık etmesi olağanüstü bir durum olmamalı sanırım?

Yine kısacık bir hikâye ile konunun aslında ne kadar da doğal ve olağan olduğuna bakalım…

Sultan 3. Selim, dönemin yenilik karşıtlarınca malumunuz tahttan indirilmiş ve bir süre sonra da öldürülmüştür. Rivayete göre, öldürüldüğünde cebinden kendi yazısı ile şöyle bir not çıkar:

“Kendi elimle yâre açıp verdiğim kalem,

Fetva-yı hûn-ı nâkahımı yazdı ibtidâ.”

(Kendi elimle yontup, ‘Buyur, yazı yaz!’ diyerek yâre sunduğum kalem, ilk önce, haksız yere benim idam fermanımı yazdı.)

Yalnız Olmak

Şimdi… Görünen o ki, vefasızlık da pek çok duygu gibi insanın içinde ihtiva ettiği bir hal. Hepimiz bir parça maruz kalabiliriz. Belki bazen çok büyük… Nihayetinde insanız ve çok kırılırız. Canımız çok yanar hatta. Fakat kin ve nefret büyüsüne kapıldığımızda, uğradığımız vefasızlık ya da nankörlüğün üzerine, bir de kendi kendimize vefasızlık/nankörlük etmiş oluruz. Zira bizim, muhataplarımıza karşı beslediğimiz kötü duygular, onların kişiliklerine olumlu katkı sağlamaz; fakat bizi esir eder. Çok şey götürür. Yoruluruz. Hayat kalitemiz düşer, hatta biter. Düşünce iklimimiz o kadar kuraklaşır ki, yağmur duasına çıkacak halimiz kalmaz. Bu durumda yapılacak olan; başkaları için önemsiz olan bu kişi ya da durumun, bizim için de yalnız bir gelişim basamağı ve dünya yolculuğumuzda bir arşın yol daha olduğudur. Gelin, sizi tüketmek isteyene yardım etmeyin!

Yaşadıklarımızdan dersler çıkaralım. Dersler çıkaralım. Dersler çıkaralım!

Hz. Musa (as), kendi kavminden bir kimse için cinayet işledi (Kasas Suresi). Sonra gördü ki; kendi kavminden olan, geçimsiz biri. Pişman oldu, tövbe etti. Yani ki, sırtınıza alıp götüreceğiniz insanların az – çok gözle görülür kilolarını dikkate alarak, yola çıkarken iyi düşünün.

Ve zannetmeyesiniz ki bu satırları sırça köşklerde, saraylarda yazıyorum. İnanın gözlüklerim de pembe değil. Yalnızca dönüp bakıyorum eski resimlerime; dudaklarımı kanatan hep kendi dişlerim! Düşünün; bunca şair, müzisyen, söz yazarı… Yalnız olsanız, bu kadar çok hikâye olur muydu? Yalnız değilsiniz. Zaten burası, yani yoldaş dünya, kalıcı olduğumuz bir durak değil. Hadi ufka bakalım; daha çok yolumuz var.


Biterken…

“Eşekten şeker esirgenmez ama eşek yaratılışı bakımından otu beğenir. Leş, bize göre rezildir ama, köpeğin gözünde şekerdir, helvadır…”   Hz. Mevlana