Elle tutulur, gözle görülür verilere dayalı olarak insanoğlunu aydınlatan -bugünkü- bilim dünyasının müdavimi bir babanın elinde büyüdüm. Doğam gereği bilinenin arkasında yatan bilinmeyenlere hep bir merakım vardı.
Bu merakım, kimi zaman alay konusu olurken, kimi zaman elle tutulur gözler görülür veriler sunduğumda ilgi odağı oldu. Ne menem bir çelişkiydi anlatamam! Anlamadıkları karşısında şaşkına dönen bir çocuk olarak, öylece durup baktım onlara. Sanki kendi içlerinde saçma sapan bir çelişki yaşıyorlardı. Anlam veremedim.
Gitmem gereken yere giderken yanlış durakta inmiş ve beni anlamayan yanlış insanlarla yaşamaya mahkum edilmiş gibi hissediyordum kendimi. Sonradan anladım aslında bunun ne müthiş bir hediyeye karşılık geldiğini…Yapabileceğim bir şey yoktu o zamanlar çünkü daha çok küçüktüm. Küçükler anlamazdı… Küçükler bilmezdi… Peki ya büyükler çok iyi bildiği için mi dünya bu hale gelmişti? Ağlamaya başladım. Büyümek böyle bir şeyse ve büyüdüğümde dünyayı bu hale getireceksem; “İstemiyorum!” dedim, “Büyümeyeyim!”
Ama büyüdüm…
Sonradan anladım ki; ben, o eskinin küçükleri şimdinin büyükleri gibi değildim. Hem öyleydim, hem de hiç değildim. Yıllar geçtikçe ve daha çok öğrendikçe, insanlara karşı olan hassasiyetim de arttı. Bu hassasiyeti anlamayan diğerlerinden kaçmaya başladım. Hoş görmeyen, sevmeyen, anlamayanlar olmasın istedim hayatımda. Kim olursanız dedim kalmayın artık gidin. Başım ağrıyor sizin yüzünüzden!
Derken derken kendi hırçınlıklarımı çokça yenmeye başladım. Görüneni eleştirmek yerine arkasında yatan sebepleri görüp onları düzeltmeye çalıştım. Artık hayatımda bunu yapmak istiyorum. Görüneni eleştirmek yerine arkasında yatan sebepler için neler yapabilirim diyorum ve bunun için yazıyorum…