Bir yastık İle hayat ve tiyatro üzerine söyleşi

“Hükümet, Devlet Tiyatroları’nı “kar etmiyor” diyerek kapatmak istedi. Bunu çok saçma buldum. Devletin görevi sanatı hizmet olarak sunmak değil mi? Ne karından söz ediliyor? Şehir Tiyatroları da Devlet Tiyatroları da kapatılamaz! Son dönemde tiyatro üzerindeki baskılar arttı ve buna karşılık olarak gençler alternatif tiyatrolar kurdu.” –Kemal Oruç

Kemal Oruç ile Söyleşi
Kemal Oruç ile Mustafa Emin Palaz

İndigo Dergisi’ne röportaj veren Cihan Özdeniz, beni bir gün eğitimine davet etmişti. Daha önce hiç yaratıcı drama eğitiminde bulunmamıştım. Günlük hayatta sıradan olan ve genelde de gözümüzden kaçan detayların eğitim saatlerinde nasıl da önem kazandığını görünce, bu konuya bir daha değinmek istedim. Bu kez, olaya yönetmenlik penceresinden bakan Kemal Oruç ile konuştum.

Röportaj: Mustafa Emin Palaz

Daha önce 2008 Mart sayımızda da Didem Çivici sizinle ilgili bir haber yayınlamış, yıllar sonra da bana fırsat oldu. Sevgili Kemal, kendinizi bir kelimeyle ifade eder misiniz?


İnsan.

Bu kısa cevap için çok teşekkürler. Ortağınız Cihan, bir paragraf ile cevap vermişti bu soruya. Peki Kemal Oruç’un kulağına küpe, üç tane öğüt nedir?

Annemin çok güzel bir öğüdü var: “Din, dil, ırk, mezhep hiç fark etmiyor. Biz insanız, diğer insanlar gibi, buna dikkat et oğlum” demişti. Ben de hep buna dikkat ettim. Hiçbir zaman öyle bir ayrımda bulunmadım. Cihan, en yakın dostum, rol arkadaşım, oyun broşürüne söyle yazmıştı: “Cihan Özdeniz, dünyada doğdu.” Onu bu konuda destekliyorum. Ben dünya milliyetçisiyim. Yani bu, uzaylılar dünyayı basarsa onları taşlayacağım anlamına geliyor.

Barışa ve huzura ihtiyacın arttığı şu günlerde güzel bir öğüt. Ya diğer ikisi?

İlişkilerimde, her ne olursa olsun, ben karşı tarafın incinmesini istemem. Baktım ilişki bitecek, mutlaka güzel bitiyor. Kavgalarla bitmiyor. Bir şekilde ayrılığı da güzel hale getirmeye çalışıyorum. Ne olursa olsun, ben insanların duygusal anlamda rencide olmasını hiç istemem. Rencide olmayı da istemem, çünkü duygular çok önemli. Bencilliği bir tarafa bırakıp ilişki bittikten sonraki yaşama da saygı duymamız gerekiyor. Duygular her şeyi belirliyor. İkinci öğüdüm şudur: Hiç kimsenin duygularını yıpratmayın.

Üçüncü öğüdü alayım.

Bütün hayatımızı bir meslek edinebilmek için yaşıyoruz. Bu çok kötü! Düşünsene, yaşayabilmek için günde en az 8-10 saat, deliler gibi çalışıyoruz. 8 saat de uyku var. Çalışmadan kaynaklanan yorgunluğu da bir tarafa attığımızda gerçekten yaşamak için kalan zaman ne? Üçüncü öğüdüm: Bir şekilde az çalışıp çok yaşamanın yolunu bulun. Ben bunun yolunu buldum ve çok mutluyum.

Çok güzel. Normalde mutfak malzemesi, oturma odası malzemesi olsaydınız neler olurdunuz gibi sorular soruyordum. Ama konu Kemal Oruç olduğundan mıdır artık, aklıma şöyle bir soru geldi: Kemal Oruç eğer bir insan değil de yatak odası malzemesi olsaydı ne olurdu, niçin?

Yastık olurdum ben ya. Hakikaten, ne olursa olsun, başımız çok değerli. Gün sonunda başımızı koyduğumuz, teslim ettiğimiz, son şey yastık. Yastığım rahatsızsa, ne kadar yorgun olursam olayım, asla uyuyamam. Sanırım ben yumuşak bir yastık olurdum. Belki de göbeğimden dolayı.

Peki bu yastığı tanımlayabilir misiniz? Hangi renkte, nasıl bir parçası olurdu vs.

Beyaz, bembeyaz.

Elyaf, kuş tüyü, kaz tüyü, sünger…

Mümkünse işlenmiş, temizlenmiş pamuk. Annem sopayla onlara vurup onları açardı. O zaman o pamuk yumuşacık olurdu ve ondan yapılan yastığa başını koyduğunda içine gömülürdü.

Merak işte, peki anneniz sopayla vurur muydu size?

Sopayla vurmadı da yemek yerken hep yanında bir terlik bulundururdu, daha çok yemek yiyelim diye. Sanırım 5 yaşında falandım, çok iyi hatırlıyorum. Biz, üç kardeş, sofraya birlikte oturup birlikte kalkardık. Annem kendi tabağına ne kadar yemek koyuyorsa bize de o kadar koyuyordu. Hiç adil değil! Ben de anneme şöyle dedim: “Anneciğim bak, senin miden bu kadar (ellerini genişçe açarak) benimki bu kadar (daha küçük açarak), ama yemeklerimiz aynı. Bu eşit değil.” Sen bana şişman mı demek istiyorsun, diyerek kafama terliği indirmişti.

Güzel. Peki yastık… Gün sonunda herkes başını yastığa koyuyor. Yatak odasından ve yastıktan çıkarsak Kemal Oruç hayatın hangi ihtiyacına cevap veriyor?

Yastıktan yola çıkarsak… Hani yastık savaşları vardır ya, ben de bir savaş adamıyım. Ama bu savaşımı ben önce kendi yaşamımı daha iyi hale getirebilmek için, sonra da, çevremdekiler başta olmak üzere, insanların daha iyi yasayabilmeleri için veriyorum.

Şimdiye kadar elli kadar yazı yazdım ve bu yazıların yaklaşık kırkı başkaları yararlanabilsin diye yazıldı. Ben savaş adamıyım evet, ama bu savaşı hep bir şeyleri var edebilmek adına verdim. Özellikle de sanatım adına… Tiyatro sanatını Türkiye’de icra edebilmek çok zor. Ve bu yolla da bir şeyleri kırabilmek adına bir savaş vermek zorundasınız.

Peki siz kırabildiniz mi bir şeyleri?

Ben artık istediğim oyunu yazıp istediğim oyunu yönetebiliyorum kendi tiyatromda. Hiç kimseye bağlı değilim. Ortak derdimiz neyse var edip paylaşıyorum. Ve tiyatro sanatını icra edebildiğimi düşünüyorum. Ben o rahatlığa erdim. Tiyatroda 15. yılım, ama son 6 yıldan beri rahatlıkla tiyatro yapabiliyorum. Bunun sebebi de elbette ilk dokuz yılda verdiğim savaştır.

Bu yazılar nerelerde yayınlandı ve genelde ne üzerindeydi?

Kendi web sitem var: www.kemaloruc.net. Ben bütün yazıları orada topluyorum. Sanat Sokağı Dergisi, Oyun Dergisi, Mimesis ve Kulis Dergisi yazılarımın yayınlandığı dergilerden bazıları. Son olarak da Önsöz Dergisi’nde bir yazım yayınlandı.

Bu yazılar sadece tiyatro severlerle mi ilgili yoksa yaşama dair merakı olan herkes okuyabilir mi?

Son iki seneden beri yaşamın farklı alanlarına yönelmeye başladım. Ondan önce sadece tiyatro ve sanat üzerine yazılar yazıyordum.

Bu bahsettiğiniz savaşta sizi etkileyen, bu savaş yolculuğunda, hayatında sizi etkileyen üç kitap hangileriydi ve o kitaplardan neler öğrendiniz?

Özdemir Nutku’nun Sahne Bilgisi adlı kitabı inanılmaz işime yaradı ve işlerimi kolaylaştırdı. O kitabı her zaman kaynak olarak kullandım. İkincisi Yüzüklerin Efendisi’dir. Lisede ben o kitabın birincisini alıp okuduğumda bitmesin diye yavaş okuyordum. İnanılmaz bir kitaptı. Geniş bir hayal dünyam olduğunu düşünüyorum ve o kitap da çok büyük bir hayal gücü ürünü.

Benim de hayal gücümü somutlaştırabilmemi ve işime yarar şeyleri bir araya getirebilmemi sağladı. İkinci ve üçüncü kitabı ise bitmesin diye çok yavaş okudum. Okuduklarım rüyalarıma giriyordu artık. Beni etkileyen üçüncü kitap, Sofi’nin Dünyası’dır. İlk gençlik döneminde okunması gereken bir roman olmasına rağmen ben üniversiteye geldiğimde o kitabı okumuştum. Buna rağmen inanılmaz etkiledi beni. Sonra gidip bir sürü felsefe kitabı almıştım. O kitap beni felsefeyle tanıştırsan kitaptı.

Şu sıralar en çok mesai harcadığınız hizmetler neler?

Yaratıcı Drama eğitmenliği. Özel bir ilköğretim okulunda drama öğretmeniyim.

Nasıl bir okul?

Mükemmel bir okul. Sadece drama ya da tiyatro değil; dans, halk oyunları, resim, satranç ve spor konularında da inanılmaz faal bir okul ve neredeyse her öğrencimiz bunların en az ikisiyle ilgileniyor. Okulumuzda akademik başarının yanında sosyal faaliyetleri de öğrencilerimize sunuyoruz. Bu öğrenciler ileriki yaşamlarında hem işte hem de sosyal ortamlarında çok mutlu olacaklar. Sadece matematik yetmiyor, hiçbir zaman da tek başına yetmeyecek.

Bu çok güzel. Peki okul dışındaki mesainizde neler yapıyorsunuz?

Tiyatro Eğitim Derneği başkanıyım. Derneğimiz düzenli olarak hafta sonu kursları düzenliyor. Her yaş grubuna açık eğitimler bunlar. Her dönem yeni sınıflar açılıyor. Yaz döneminde de Kişisel Gelişim İçin Tiyatro ve Konservatuvara Hazırlık Kursu aktif olarak eğitimlerine devam ediyor. Kendini keşfetmek, değişmek ve sürekli gelişmek isteyen arkadaşları bu kurslara bekliyoruz. Bir de Drama Kumpanya’da yürüttüğümüz çalışmalar var. Drama Kumpanya benim kurmuş olduğum özel tiyatro. Orada da oyunlar çalışıp onları sahneliyoruz. Son olarak benim yazıp yönettiğim…

Benim de izlediğim oyununuz bu.

Aynen. Hayaller ve Gerçekler adlı oyunu sahneledik. Gelecek sezon da bu oyunu sahnelemeye devam edeceğiz. Yönetmen yardımcılığını Selin Eresin’in yaptığı, Cihan Özdeniz’le birlikte oynadığımız bu oyundaki diğer oyuncular Pervin Morkoç ve Erkan Kılıç.

Rol arkadaşınız Cihan Özdeniz’le röportaj yaptığımızda yaratıcı dramayı anlatmıştı. Yaratıcı drama eğitmeni olarak bir de sizden dinleyelim kısaca, yaratıcı drama nedir diye. 

En basit tanımıyla yaratıcı drama, başta tiyatro olmak üzere, diğer sanat formlarını da kullanan, oyun temelli eğitim yöntemi. Bedeni ve zihni ısınma aşamasında hazır hale gelen katılımcı asıl çalışmada başta rol oynama ve doğaçlama olmak üzere birçok sanatsal etkinlikten yararlanarak ilgili konuyu eyleme döküyor ve sonunda da bütün süreci hep birlikte değerlendiriyoruz.

Peki bu süreç tamamlandığında öğrencide bilginin kalıcılığı nasıl oluyor?

Öncelikle amaç bu süreç içinde farkındalığı sağlayabilmek. İnsanlar en çok yaptığı şeyleri hatırlıyor. Benim lisans tezim şöyle başlıyor. Üniversiteyi de bitirmiş kişilere soruldu: İlkokul dördüncü sınıfta işlediğiniz hangi konuları hatırlıyorsunuz? Kimse hatırlamıyor. Ama o dönemde neler yaptınız diye sorduğumda “Aaa! Dördüncü sınıfta öğretmenimiz bizi dersteyken diş fırçalamaya gönderirdi, fidan dikmiştik” vb. şeyler söylüyorlar.

Çünkü insan yaptığını unutmuyor. Drama da zaten “yapmak”, “etmek” anlamına geliyor. Biz drama oturumlarında katılımcıları sandalyeden, sıradan kaldırıp konuyu eyleme dönüştürerek işliyoruz. Daha sonra detaylı bir değerlendirme yapıyoruz. Bu aslında bir yapay hareket. Çünkü biz yaşamda olan ya da olabilecek olayları drama oturumlarında harekete dökerek işliyoruz ve sonra üzerine tartışıyoruz. Genelde yaptığımız doğaçlamaları ya da diğer eyleme dönük etkinlikleri unutmuyoruz, dolayısıyla bunların içindeki bilgileri de unutmuyoruz. Bir de söyle düşünelim.

Biliyorsunuz bizim eğitim sistemimiz şöyle: öğretmen anlatır, öğrenci de bunu algılamaya ve anlamaya çalışır. Oysa drama şunu yapar: Hayatında hiç limon görmemiş birine limonu anlatacaksınız. Yumurta kadar, bir tarafında küçük bir çıkıntı var, yüzeyinde dokusu var, ağırlığı şu kadar, tadı şöyle, keserseniz ortasında şunlar var demek var, bir de o kişinin eline getirip limonu vermek var. Bütün duyularını kullanarak o limonu tecrübe ederse o limonu bir daha asla unutmayacaktır. Mesela sen limonu unuttun mu?

Bilginin kalıcılığını sağladığına ve tecrübe kazandırdığına göre kişisel gelişim için de faydalı diyebilir miyiz?

Kesinlikle! Biz zaten Yaratıcı drama atölyeleri açacağımız zaman “Kişisel gelişim için Yaratıcı drama” diye ilan veriyoruz.

Sizin kişisel gelişim için ilginiz neler?

Benim eğitim çalışmalarımda, çocuklar ya da yetişkinler için, konularım hep kişisel gelişim üzerine. Ben matematik ya da Türkçe dersinin herhangi bir konusunu anlatmıyorum. Örneğin, etkin gözlem yapabilme, iletişim becerileri, iletişim çatışmaları ve empati, duyu kontrolü, duygu kontrolü ve buna benzer onlarca konuyu sekiz ay içinde işliyorum.

Mesela Özel Evrim İlköğretim Okulu’ndaki öğrencilerimle iki ay boyunca “Eğitimde Tiyatro Yöntemiyle Uygulamalı Medya Okuryazarlığı” çalışması yaptım. Bu da kişisel gelişime yönelikti. Çünkü medya bütün dünyayı ele geçirmiş durumda. Biz medya yoluyla hayatı takip ediyoruz, gerçek hayatı görmezden gelerek.

Özellikle çocuklar medyadan çok etkileniyor. Çocuk medyayı nasıl kullanması ve zararlarından nasıl korunması gerektiğini öğrendiğinde bundan büyük kişisel gelişim var mı? 1117 çocuk üzerinde RTÜK tarafından bir araştırma yapılmış. Çocukların % 82’sinin istediği programı izleme özgürlüğü olduğu ortaya çıkmış.

RTÜK’ ün “Çocuklara Medya Okuryazarlığı dersini seçtirin” şeklindeki kamu spotu bu sebeple mi yapılmış?

Evet. Ben de bununla ilgili bir makale hazırladım. “Eğitimde Tiyatro Yöntemiyle Uygulamalı Medya Okuryazarlığı” projesi kapsamında çocuklarla, Medya Okuryazarlığı üzerine, sekiz tane eğitimde tiyatro oyunu hazırladık. Oyunları çocuklar yazdı, ben de bir danışman gibi onları yönlendirdim.

Bu oyunların hepsi sahnelendi. Çocuklar eğitim, tartışma, yazma, prova ve sahneleme çalışmalarından oluşan süreç içinde medyayı tanımış oldu ve öğrendiklerini de sahnede yetişkinlere anlattı. Bu çalışmayı da kitaplaştırmayı düşünüyorum.

Bildiğim kadarıyla sizin başka kitap çalışmalarınız da var.

Evet. Yazdığım tiyatro oyunu Othello’nun Delisi 2011’de Mitos Boyut Yayınevi tarafından kitap olarak basıldı. Aynı yayınevi üç oyunumu daha kitaplaştıracak. Bu oyunlar “Hayaller ve Gerçekler”, “Yaşam Deneyi” ve “Kulübe, Balık Ağı, Silah, Viski ve Çay”.

Efendim? Anlamadım. Dergimize imzalı kitap mı vereceksiniz?

Elbette. Seve seve. Basıma hazır akademik kitaplarım da şunlar: “Drama ve Okul Tiyatrosu”. Bu kitap da muhtemelen bu yaz kitap olarak bastırılacak. “Sinema Oyunculuğu” bir diğer kitabım. Son olarak da “Oyunculuk Eğitiminde Yaratıcı Drama”. Bu benim Oluşum Drama Enstitüsü’ndeki bitirme projemdi.

Kemal OruçPeki bu, öğrencilerle, çalışma sırasında bir etkileşim halindesiniz. Öğrencilerden birkaçını alıp sorsak, “siz Kemal Oruç’u nasıl bilirsiniz” diye, ne derler?

Kelimelerle aktarayım bunları: Çılgın, komik, deli. Yani öğrencilerim bana deli diyebiliyor. Anlayışla karşılıyorum onları.

Öğrencilerle etkileşim sırasında olsun, sonrasında olsun, yaşamda değiştirmek istediğiniz üç şey nedir?

Ben değişmesi gerektiğine inandığım, kendinin farkında olmayan, insanları değiştirmeyi çok istiyorum. Benim eğitmenlik yapmamın ana amacı bu zaten. Bunun için özellikle çocuklarla çalışıyorum. Kendi ebeveynlerinin bile farkında olmadığı çocuklar var.

Ve o çocukların önce kendilerini sonra yaşadıkları dünyanın farkına varmaları gerekiyor. İşleri çok zor! İşte ben de zaten onlar için eğitmenliği yapıyorum. Bazen bir veli gelip bana “Ben bu çocukla ne yapacağım?” diye sorabiliyor. “Sizin çocuğunuz o!” Ben onları yönlendirmek durumunda kalabiliyorum. Düşünsenize, ben çocuğu kendi ebeveynlerinden daha iyi tanıyabiliyorum. İste o çocuğun desteğe ihtiyacı var. İyi bir model aracılığıyla o çocuğun hayata olan farkındalığı arttırılmalı. Ben de iyi bir model olmaya çalışıyorum.

İnsanlarda farkındalık yaratmak ve onları değiştirmek… Başka?

Türkiye’deki tiyatro anlayışını değiştirmeye çalışıyorum. Tiyatro Türkiye’de çoğunlukla iş olarak yapılıyor. Çok idealist gençler varsa, patronlaşmamış ya da tiyatroyu tamamen işe dönüştürmemiş birileri, işte onlar tiyatro sanatını icra ediyor.

Bunun dışında iş! Yani bir oyun çıkardığınız zaman oynuyorsanız oyuncusunuz, yönetiyorsanız yönetmensiniz. Oyun yazıyorsanız yazarsınız. Sadece oyuncu, yönetmen ve yazarsınız. Bu iş! Eğer bu işlerin yanında halkın kalkınmasını sağlıyorsanız, gerçekten sanatçısınız. A noktasından B noktasına yükseltebiliyorsanız halkın seviyesini, işte iki nokta arasında yapılanın adı sanattır. Sanatçılık normal oyunculuk, yönetmenlik vs.nin dışında ikinci bir kişilik gerektiriyor. Yoksa sadece oyuncu, yönetmen vs. iseniz bir bakkaldan farkınız yok. O da işini yapıyor siz de.


Üçüncüsü?

Hala kendimi değiştirmeye çalışıyorum. Hayat değişiyor ve gerçekten çok şey değişiyor. Ben çok katı biri değilim. Ne aptalmışım, bunun nasıl farkına varmamışım, deyip duruyorum. Değişime ve gelişime açığım.

Kendinizde en çok neyi değiştirmek isterdiniz?

Bazen çok çalışıyorum ve yaşamam gereken bir hayat var. Gecen yaz bir projem iptal oldu ve ben sırt çantamla bütün yaz boyunca tatil yaptım. Fark ettim ki ben varmışım. O kadar bir şeyleri güzelleştirmeye çalışıyorum, ama kendimi güzelleştirmeyi unutmuştum. O kadar işin içindeymişim ki, bunu sadece maddi iş olarak algılama lütfen, yazı yazıyorum mesela, devamlı yazıyorum, bunu da birilerini değiştirebilmek için yazıyorum, sonra bir bakıyorum, ben değişmeyi unutmuştum. Ben öyle kalmışım, misal iki yıl öncesinde kalmışım. Yapabildiğim bu uzun tatil yenilenmem için bir armağanmış meğer.

Pi filmini izlemişsinizdir. Orada satranç oynarlarken Arşimet’in bir anısı anlatıldı. Arşimet nesnelerde hacmin nasıl hesaplanabileceğiyle ilgili epey kafa yormuş. Karısı da “yeter artık” demiş. Çünkü stresiyle karısını çileye sokmaya başlamış. Karısı da “yeter artık, git, yıkan, dinlen” demiş. Arşimet de bunun üzerine yıkanmak için hamama gitmiş.

Öbekteki su, hamam tasının etkisiyle taşınca hızlı bir gözlem yapmış, taşan suyun hacminin tasın hacmine eş olduğunu fark etmiş ve “Evreka, evreka!” diyerek çıplak bir şekilde koşmaya başlamış. Anlatıyor filmde bunu ve “demek ki hikaye neymiş” diyor üstad öğrencisine. O da “suyun taşan hacmiyle taşıran maddenin hacminin eş olduğu mu?” diye soruyor. “Hayır, arada bir kadınları dinlemek lazım” diye cevap veriyor.

Kesinlikle! Ben de kendimi bırakıp tatile gittiğimde, biraz rahatladıktan sonra, en iyi oyunumu yazdım.

Hangisiydi o?

“Kulübe, Balık Ağı, Silah, Viski ve Çay”

Biraz bahseder misiniz bu oyundan? Ne zaman çıkacak?

2012- 2013 sezonunda Drama Kumpanya’da çalışıp sahnelemeyi düşünüyoruz. İki kişilik bir oyun. Bir kadın, babasını hep bir sorun olarak görmüş ve hayatının temeline aldığı bu sorun sebebiyle bütün hayatını mahvediyor. Oyunun sonunda kendisiyle yüzleşiyor ve gerçekleri görünce, bütün bir hayatını boş bir intikam planı üzerine kurduğunu anlayıp deniz suyuna karışıyor.

Hayaller ve Gerçekler adlı oyununuzda da sıradan bir ruh hali söz konusu değildi.

Evet, değildi.

Hayaller ve Gerçekler Oyunundan
Hayaller ve Gerçekler Oyunundan

Psikolojik olarak hasta mısınız?

Herkes kadar. Yazdığım bütün oyunlar psikolojik. Psikolojiye bayılıyorum. Özelikle 2008 yılında hükümlülerle çalıştıktan sonra oyun tarzımda çok şey değişti. Çalışma yapmak için içeri girdiğim ilk gün, inanılmaz etkilendim ve çalışma bitiminde dışarı çıktığımda gökyüzüne baktım ve “Özgürüm!” diye bir çığlık attım.

Evreka demekle aynı anlama geliyor bu benim için. Bir anda kendimi yeniden keşfettim. Dışarıda yapabileceğim ne çok şey varmış, dedim. Ondan sonra orada sekiz ay çalıştım ve orada psikolojinin ne kadar önemli olduğunu anladım. İnsanlar cezaevine girdikten sonra çoğunlukla psikolojiyle hareket ediyor. Her şeyi o kadar derinlemesine düşünüp onu dengede tutmak zorundalar ki, dengeyi yitirdiğinde kendisini öldürebilir. Düşünsene yirmi yıl içeride kalacak.

Cezaevinde insanlar psikolojiyle yaşıyor. Kemal Oruç oyunlarını psikoloji üzerine yazıyor. Peki Kemal Oruç psikolojiden mi besleniyor? Veya daha genel sorayım. Kemal Oruç oyunlarını yazarken nelerden besleniyor?

Yaşamdan besleniyorum. Hala kafamda yazılması gereken sekiz projem var. Bir tanesi eğitim sistemiyle ilgili. Daha doğrusu bu sistem içindeki çocuklarla ilgili. Çünkü onlar var ve bu eğitim sisteminin de en büyük parçası ve bu sistemde en az onların sözü geçiyor.

Hangi dönemdi hatırlamıyorum, ama bir Milli eğitim Bakanı şöyle demişti: “Öğrenciler olmasaydı okulları yönetmek çok kolay olurdu.” Sanırım bu söz her şeyi anlatıyor. Ben okulda çocuklarla oyun sergileyeceğim zaman çocuklara oyunları mutlaka kendi sorunlarından yola çıkarak yazmalarını istiyorum. Ben öğrencilerin eğitimde büyük söz sahibi olmalarını istiyorum.

Psikolojik olarak bunun altında haksızlığa uğramışları gözlemlemek ve oradan beslenmek diye bir şey mi var sizde?

Kesinlikle. Ben bir güçlünün bir güçsüzü ezmesine dayanamam! Koruma gereği duyuyorum.

Hiç haksızlığa uğradınız mı?

Çok! Herkes kadar.

Peki bu yaşam deneyimi olabilir, iş deneyimi olabilir, özellikle yaptığınız işler dikkate alındığında, şaşırtıcı bir deneyim; sıra dışı, unutamayacağınız, hatta kefenin cebi olsa yazıp oraya koyacağınız bir olay var mı?

Hem de tüylerimi diken diken eden, hayatım boyunca anlatabileceğim bir olay var. Çalıştığım okullardan birinde bir öğrencimin bir gözü görmüyor ve bu göz tamamen beyaz. Birinci sınıftaydı. Çocuklar o yaşlarda biraz acımasız olabiliyor. Bazı konularda henüz bilgisi ve tecrübeleri olmadığı için bu tür şeylere karşı biraz katı olabiliyorlar. Çocukların geneli bu çocuğumu dışlıyordu.

Çünkü bir gözü görmediği için bazı oyunlarda bazı kuralları uygulayamayabiliyordu. Bu çocuğum zamanla daha çok dışlanmaya ve doğal olarak da hırçınlaşmaya başladı. Çünkü kendisini ifade edebileceği bir aracı yoktu. Bir gün drama dersinin içinde şiir konusunu işliyordum. Bu derste bazı şiir örneklerini inceledik, bunları oyunlara dönüştürdük ve sonunda da değerlendirme çalışması yaptık. Bu değerlendirme çocukların kendi şiirlerini yazmasıyla sonlandırıldı. Çocukların hepsi kendi duygularını, derste işlediğimiz basit estetik kuralları da kullanarak, şiir olarak yazdı. Çocukların duygularını içeren bu yazılanların hepsini şiir olarak kabul ettim.

Bir gözü görmeyen öğrencim ise hala arkası sınıfa dönük bir şekilde oturuyor ve bekliyordu. Biraz sonra geldi ve “benim şiirim de hazır” diyerek elindeki kağıdı bana uzattı. Kağıda baktım, üzerinde sadece bir çizgi vardı. “Bu güzel bir şiire benziyor. Ne anlama geliyor?” diye sordum. “Bu gözümden dolayı aramıza sınır çeken insanların çizgisi, yani bu sınır” dedi. Tüylerim diken diken oldu! “Bu hayatımda gördüğüm en güzel şiir” diyebildim. Düşünebiliyor musun? Sınıfta derin bir sessizlik oldu. Ağlayan çocuklar vardı.

O şiir o kadar çok şey anlattı ki. Ve çocuklar bir daha asla o sınırı kullanmadılar. Tek bir çizgi… Gerçekten o şiir hayatımda gördüğüm en güzel şiirdi. Aynı çocuğumun ikinci sınıfta büyük bir ritim duygusu olduğunu anladık ve şuan konservatuvarda piyano eğitimi alıyor. Aslında çocuk tam bir dâhiymiş! Büyük bestecilerin yapıtlarını orijinali gibi çalıyor. Dördüncü sınıfta kendi bestelerini yaptı ve tiyatro oyunumuzda doğaçlama olarak canlı müzik yaptı.

Üç yılda çok büyük bir gelişim.

Drama dersi içinde çocuklarla öykü çalışmaları da yapıyoruz. Dört yıldır drama dersi alan dördüncü sınıf öğrencilerimin arasında üniversite seviyesinde öykü yazan çocuklar var.

Drama, çocukların kendilerini özgürce ifade edebilmelerini sağlıyor.

Aynen öyle. Şu çok daha önemli. Tiyatro Eğitim Derneği’nin bir kursunda Elli iki yaşında bir öğrencim vardı. Drama eğitimi aldıktan sonra, “İnanmıyorum, demek ki böyle de düşünülebiliyormuş. Bu tür şeyler yapabileceğimi düşünmemiştim” demişti. Elli iki yaşında kendini fark etmek… Ne garip. Bu deneyimi henüz çocukken yaşamak çok büyük bir şans.

Peki çalıştığınız okulda öğrenci olmayıp da bu eğitimi sizden almak isteyenler için de düzenlediğiniz eğitim programları var mı?

Tiyatro Eğitim Derneği’nde, çocuklara, gençlere ve yetişkinlere yönelik yaratıcı drama ya da tiyatro eğitim programlarımız var. Eğitim almak isteyenler derneğin web sitesi olan www.tiyatroegitimdernegi.com‘ dan eğitim ilanlarımızı takip edebilir ve bize oradan ulaşabilir.

İlk kurs ne zaman?

9 Eylül 2012’de Tiyatro Kursumuz başlıyor. 6 Ekim’de Oyun Sahneleme Atölyesi başlayacak. Ekim Ayı başında da 7-9, 9-11 ve 11-14 yaş grupları için Yaratıcı Drama Sınıfları açacağız.

Hangi dönemler açılıyor bu kurslar?

Her mevsim başında üç aydan oluşan bir kurs başlıyor. Sadece eylül ayında başlayan uzun dönem kursumuz sekiz ay sürüyor. Bu kurslarda oyunculuk, yaratıcı drama, diksiyon, dans, şan, dramatik yazarlık, tiyatro tarihi ve sahne bilgisi dersleri veriliyor. Kişisel gelişim için de, oyuncu olmak için de, oyunculuk bölümüne hazırlanmak için de sınıflarımız mevcut.

Şuan bildiğim kadarıyla sinema üzerine yüksek lisans yapıyorsunuz. Lisans eğitiminiz neydi?

Önce Marmara Üniversitesi’nde, “Nitelikli Öğrenme İçin Drama ve Okul Tiyatrosu” bitirme teziyle, pedagojik formasyon aldım, sonra Oluşum Drama Enstitüsü’nde, “Oyunculuk Eğitiminde Yaratıcı Drama” bitirme projesiyle, drama eğitmenliği programını tamamladım ve şimdi de Beykent Üniversitesi’nde Sinema-TV yüksek lisans programına devam ediyorum.

Sinema üzerine proje var mı?

İki kısa metraj film senaryosu üzerinde çalışıyorum. Önümüzdeki dönemde de ilk filmimi çekme planım var.

70 milyon sizi izliyor olsaydı ne söylemek isterdiniz?

Kimse oyuncu olmak zorunda değil, ama herkes başta yaratıcı drama ve tiyatro olmak üzere sanat temelli bir eğitim alsın. Yaşı kaç olursa olsun, özellikle yaratıcı drama eğitimi alan kişi kendi sağlamasını yapmış olur. O yaşına kadar ne yapmışsa hepsi bir bir ortaya çıkar. Eksikleri de, başardıkları da… Ve ne olursa olsun bir yenilenme ihtiyacı ortaya çıkacaktır. Yani potansiyelleri ortaya çıkacaktır. Herkes somut bir aynaya bakıp kendisinde fiziksel olarak bir şeyleri değiştirmeye çalışır. Oysa ruhuna bakıp onu değiştirmek isteyen çok az kişi var. İşte yaratıcı drama tam da bunu sağlıyor. Yaratıcı drama soyut bir ayna; içini gösteriyor senin, ruhunu gösteriyor.

Aynı zamanda bir iyileşme de sağlıyor aslında.

Aynen. Zaten kurslarımıza artık daha çok kendini iyileştirmek ve geliştirmek isteyenler talep gösteriyor. Çok da iyi yapıyorlar. Eğitimlerimizi tamamlayan öğrencilerimiz, sağ olsunlar, çok iyi birer referans olarak çevrelerindeki insanları da bize taşıyor.

Bastırılmış duygular mı ortaya çıkıyor eğitime ilk başladıklarında?

Evet. Genelde eğitim “ben yapamam”la başlıyor ve “ben her şeyi yapabilirim”le bitiyor. Yaratıcı drama yetenek ya da bilgiyi gerektiren bir eğitim yöntemi değil. Katılımcının sadece orada olması ve sürece katılması yeterli.

Peki bu dersin milli eğitim müfredatına konulması gerekmez mi?

Var zaten. Yaratıcı Drama milli eğitim müfredatında seçmeli ders olarak yer alıyor. Çoğunlukla özel okullarda uygulanıyor. Ama uygulayan devlet okulu az. Bunun başlıca sebebi de yeterince yaratıcı drama eğitmeninin olmayışı. Devlet maalesef bu konuda pasif kaldı. Yaratıcı Drama kişinin kendisini keşfetmesini, bir yöneticiye ihtiyaç olmadan kendi kendisini yönetebilmesini sağlıyor. Geleneksel eğitim sistemi ise daha kolay yönetilecek insan yetiştirmeyi hedefliyor. Bu sebeple yaratıcı drama geleneksel eğitim sistemine karşıdır.

Kemal Oruç bugün devlet olsaydı neyi değiştirirdi?

Tabi ki kendimi. Sistem hep aynı. Kim gelirse gelsin aynı sistem devam ediyor. Bu sebeple önce sistemin kendisini yenilemesi gerekiyor.

Mevcut olanlardan neyi değiştirmek isterdiniz? Direkt bunu kaldırmak, şunu getirmek gibi.

Sosyal anlamda çok büyük bir fark var. Artık orta sınıf kalktı; ya üst sınıf var ya da alt sınıf var. Bunu durumu değiştirebilmek isterdim. Aynı zamanda bilgi ve düşünce üretimini sağlayan ve destekleyen aydınları şuan bulundukları koğuşlardan çıkarırdım.

Ben aklımdan geçen soruların hepsini sordum. Kemal Oruç’un bunların dışında paylaşmak istediği bir şey var mı?

Tiyatro daha iyi insan olmak için var olan bir yöntem. Daha iyi olduğunu düşündüğüm başka bir yöntem bulmuş olsam, emin ol, o yöntemi kullanırdım. Ben daha iyi bir insan olabilmek için tiyatro yapıyorum.

Son olarak da şunu eklemek istiyorum: “Tiyatro öldü, tiyatro bitti” gibi söylemler var. Tiyatro, Aristoteles’in Poetika’sıyla, kuramsallaştığı günden bu yana zaten hep savaş verdi. Her dönemde yöneticiler tarafından ele geçirilmeye çalıştı. Çünkü insanı ve insanla ilgili her şeyi en iyi anlatan sanat tiyatro ve doğal olarak yönetimler de kendi istediklerini anlatabilmek için tiyatroyu kullanmak istedi.

Tiyatro yasaklandı, ama yok edilemedi. Hala öyle bir şey yok. Kimse tiyatroyu yok edemez. Son insan iki insan kalana kadar tiyatro devam eder. Çünkü insan oynar ve bir şey anlatabilmek için oyunu kullanıyorsa bu zaten tiyatrodur. Son yıllarda sahneler kapatıldı ya da ödenekli tiyatrolar kaldırılmaya çalışıldı. Hükümet Devlet Tiyatroları’nı “kar etmiyor” diyerek kapatmak istedi. Bunu çok saçma buldum.

Devletin görevi sanatı hizmet olarak sunmak değil mi? Ne karından söz ediliyor? Şehir Tiyatroları da Devlet Tiyatroları da kapatılamaz! Son dönemde tiyatro üzerindeki baskılar arttı ve buna karşılık olarak gençler alternatif tiyatrolar kurdu. Son birkaç sene içinde yüzlerce alternatif tiyatro kuruldu ve kurulmaya da devam edecek. Bu alternatif tiyatrolar inanılmaz güzellikte oyunlar sahneliyor. Ve işin güzel tarafı bu tiyatroları kuran genç arkadaşlar Şehir Tiyatroları’nı ve Devlet Tiyatroları’nı savunuyor. Bütün eylemlerde çoğunluğu oluşturan da bu gençler oldu. Baskı yapan hükümet sayesinde tiyatromuz yeniden eski canlılığına kavuşuyor.

Krizi fırsata dönüştürüyorlar yani.

Kesinlikle! Sanat bu. Tüm sanat dalları baskıyı gördükçe çoğalır. Onlar üstten bastırdıkça sanat yanlardan fırlamaya ve zamanla çoğalmaya başlayacaktır.

Çok teşekkür ederim paylaşımlarınız için.


Ben teşekkür ederim.

Boğaziçi Caz Korosu: Masis Aram Gözbek röportajı