Ölümsüzlük bilincine ulaşabilir miyiz?

Ölümsüzlük önce sessizlik ile başlar, zihinden dışarı çıkabildiğimizde, insanın ölümsüzlüğü dünyada gerçek kılabilmesi için bir şansı olabilecektir. Ölümün olmadığı bir yaşam, yüksek düşünceli bir yaşamı çağrıştırmaktadır ki yüksek düşünceler zaten uyumakta olan insanın illüzyondan çıkabilmesi için birer kapıdırlar.

Ölümsüzlük bilincine ulaşabilir miyiz?

İnsanın yuvası Bilincidir. Bilinç, kalbî zekadır.

Ölümsüzlük  (ölümün yokluğu veya bilinçli değişimi), bilinç bedeni aktifleşmiş bir halde yaşayan insanda evrensel zekanın parlaması ile hayat bulmaktadır. Ölümsüzlük, insanoğlunun artık mitolojilerden hatırladığı bir mefhum olmakla birlikte, yine de kendinde ölümsüzleşen insanı da, ölümlü dünyanın fanileri hiçbir zaman bilemeyeceklerdir. Çünkü şu “ölümlü” dünyada ne kadar da normal bir  yanılsamadır, -canlılık dışı- olmak.

Ölümsüzlük önce sessizlik ile başlar, zihinden dışarı çıkabildiğimizde ve zihin sadece ve sadece insanın, diğer düşünsel görünmeyen organları gibi insan bütünlüğünde yerini aldığı zaman, insanın ölümsüzlüğü dünyada gerçek kılabilmesi için bir şansı olabilecektir.Ölümün olmadığı bir yaşam, yüksek düşünceli bir yaşamı çağrıştırmaktadır ki yüksek düşünceler zaten uyumakta olan insanın illüzyondan çıkabilmesi için birer kapıdırlar. Ve O yüksek düşünceler, gerçek frekanslarına uygun realiteleri kendisine çekebilsin, kendinden dışarı çıkarıp insanı yaşatabilsin ve yaşayabilsin.


Her bedenin kendince bir bilinci olduğuna göre ve insan da henüz 3.boyut denen maddesel alemde fiziksel bedeni üzerinden  görüldüğü sanılan bir rüyada bulunduğuna göre, doğal olarak ölümlü olan maddeye odaklanmış durumdadır. Bu nedenle “can” olan insan enerjisi de ölüm denen yokluğa akmakta ve yokluğun alametleri olan, açlık, kıtlık, savaş, mücadele, rekabet, sefalet hastalık ve hepsinin kümülatif toplamı ve canlılığa kesin ve kocaman bir rest çekme olan ölümü dünyada gerçek ve var kılmaktadır.

Bilinci bir ışık gibi düşünürsek, burada sonlanan gerçekte nedir?

Kim bilebilir ki, rüyada gördüğümüzü sandığımız bu yaşamla ve canlılıkla olan büyük restleşme ve canlılığı terk etme, mana ile dolu daha daha büyük bedenlerimizde, nelere neden olmaktadır? Bilinci bir ışık gibi düşünürsek ve ölümü de bilincin olmadığı sonlanma olarak kabul edersek, burada sonlanan gerçekte nedir?  Ölümlü yaşamımızın rüyası mıdır yoksa başka bir şey midir?  Evrensel Canlılığımızın sekteye uğraması veya gerçek varlığımıza dadanmış, bir düşünce- olabilir mi?

Ölüm, canlılık durumundan çıkma ama ulaşılan durumun da bilinmemesi, bilinçli olarak bilinmemesi ile alakalı olduğundan aslında ölümde yüceltildiği gibi bir bilinç ve ilahilik de yoktur. İlahilik canlılık ve bilinçlilik ile ilgilidir. Çünkü O’nun var ettiği yaşam, yine O’nun Hay esması üzerinde şekillenmekte ve can bulmaktadır. Yaşam nasıl -ölümü- üretebilir, anlaşılır gibi değildir.

Hadi diyelim ki bilinçli bir değişimle başka bir yaşamı bilinçli bir şekilde örelim, yaşamımız, içinde yaşayacağımız başka bir yaşamı yaratsın. Bilinçli bir değişim olsun, ne olduğumuzun, olacağımızın ve olmakta olduğumuzun bilgisinde… Yaşadığımız realiteden, başka türlü çıkmayı başarabildiğimiz…

Ölüm, insanın  can denen, bilinç denen yüksek düşünce ve halinden uzaklaşmasıyla  başına gelen bir olgudur. İnsan ne kadar hayatla  ve yaşamıyla ilgili canlılığını yitirirse o kadar ölüme yaklaşmakta ve bilincinin ışığı sönmektedir.

İnsan bilincin alt katmanlarında (3. boyut-maddesel alem) entropi yasası gereği yokluk düşünceleri ile muhatap olduğundan, bilinç sürekli düşük frekanslı düşüncelerle kendi maddesini yaratmakta ve kendini de  maddeye odakladığı ölçüde,  düşük düşünceler ile dolmakta ve  kendini maddede (düşüncede) tutsak kılmaktadır.
Çünkü, “neye bakarsak oyuzdur ve baktığımızı yaratırız.” Nasıl ki  “ne ararsak aradığımız olduğumuz gibi”.

İnsan, bilinçsiz olduğu için ölmektedir.

İnsan ne kadar bilinçli olursa, bilincin ışığı ile hemhal olursa o kadar ölümsüzlüğe yaklaşmaktadır. Ölümsüz olan Bilincin en büyük aracı zamandır. Zaman, düşlerle birlikte yaratılır.

Düş düşlendiğinde, düşlerin diyarında düşün mekanı da yaratılmış olur. Ki insan süreklilik olarak zamanın kendisidir. Mekanlar zamanın içinde olduğuna göre,  her zaman da kendi mekanını içinde taşıyacaktır ve bu nedenle insan tüm mekanların da geçit noktasıdır.Yaşamın kendisi, kendi başına bir düş olduğundan düş, düş ile büyür. Tıpkı yaşamın da yaşam ile var olması ve gelişmesi için yaşamla desteklenmesi gerektiği gibidir,

Her şeyden önce bilinç vardır. Bilinç kendinde her şey olduğu için kendini bilme ve tanıma  temel arzusu ile doludur. Ve bilinme temelden başlayacağı için bilinç kendini temel ilkeye sonsuzda taban olan en alt bilinç frekansına bağlar. Burası yeryüzüdür ve dünyadır. Ve maddeyi yaratmaya başlar. Kendini yeniden üretecektir ve madde de başka bir şekilde dirilir. Yeniden  yeniden kendi olmayan kapısından büyük çıkış veya kendini kendinden geçiriş veya kendinden Geçiş yolculuğudur bu O’nun.

İnsanın, galaktik ve evrensel kökenlerini unuttuğu için, kendisine layık görülen balık hafızasından da uyanması ve bilincini daha büyük evrensel sistemlere odaklayabilmesi için zor, acılı bir yolu yürümesi gereklidir.

Zorluk ve acılık, yol’un zorluğundan ve acısından değil, insana belletilenlerdendir. Ölümün, hastalıkların, savaşların zulümlerin ve daha akla hayale gelmeyecek sürüyle  kalıplaşmış ve bugünkü toplumsal alt belleği oluşturan çamursu düşünce okyanusundan kurtulmalıdır. Toplumsal bilinç ve bu düşük toplumsal bilincin organize ettiği sistem, henüz bireysel bilinçleri nadiren ortaya çıkarabildiği için,  insan toplumunun bu ilkel taş devri matristen kopması  ve evrensel sistemde yerini alması en son insanın  da bu ilkel sistemden kopmasına kadar sürecek bir zamanı kapsamaktadır.


Bunun için tıpkı Çerkezlerin Nart destanlarındaki Sosruko veya Yunan mitolojisindeki Prometheus gibi her insanın tek tek, Tanrılardan ateşi çalması gereklidir. Çünkü devir artık  bir tek kahramanın bir sürü insan için bir şey yapma zamanı değil de, her insanın kendisi için ilkel bilincimizin devindiği çamur denizinden ayağa kalkıp yürümesi ve  tek bir ağaç gibi hür ve birlikte yine bir orman gibi duracağımız ve yaşayacağımız zaman ve mekana ilerlemesi gereken zamandır. Ancak bu zaman ve mekan insanı ölümsüz kılacak insanların  çoğalmasına ve böylelikle insanın çağlar çağlar öncesinden gelen ve halen de kapanmayan yaralarının şifalanmasına hizmet edecektir.

Sanmıyorum ki bir gezegen olsun ve hiç bu kadar çok felaket yaşansın, insanlar ölüme ve acıya bu kadar bağımlı olsun, yaşamdan ve yaşamaktan bu kadar kaçsın.

Yaşamdan kaçan bir insanlık, ne zaman gezegende yerleşik (ölümsüz) bir yaşama geçebilir ki?

Birbirinden nefret eden, değil komşusunu, kendini bile sevmeyi başaramamış bir insanlık, nasıl kendisiyle ve diğerleriyle sulh içinde (ölümsüz) olabilir ki? Kendisiyle ve diğerleriyle sulh içinde olmayan bir insan,  yaşamı nasıl kutsar, nasıl kutlayabilir ki?

O’nun her şeyin, malın mülkün sahibi olanın, ne eksiği vardır ki, kendini yeniden yeniden bilme ve bunun  neşesinde olma ihtiyacı olmasın ki, aynası olan insan kendini öldürmekle meşgul Ol’sun.

Kara mizah desem kara mizah değil!

Ne desem ya yeri değil ya zamanı değil,

Şu ölüm uykusundaki uyanmadan,

3 günlük yalan dünyada sefahat zamanı değil.

İnsanın, ölüm uykusu, Bilincini ve Işığını varlığına kuşanmamasından kaynaklanmaktadır.

Kurtuluşun çaresi yüksek düşünceler, sabır ve ilerlemektir. Yüksek varlığımıza ve O’nun yuvası olan kalbimize odaklanmak, azim, cesaret, zeka ve bilgelik ise kardeşimiz ve yoldaşımızdır.

İnsanoğlu, O’nun evrende yarattığı değerli hazinesi ve sırrı olarak aslen ölümsüzdür. Ölümsüzlük, bir bilinç meselesidir.

Velhasıl, ne kadar Bilinçliyseniz, O kadar ölümsüzlüğe yakınsınızdır veya öylesinizdir.


Nasılını Kalbi Zekanız bilecektir!

Manevi öğretilerin sırrına ermek için ne yapılmalı?